10 Aralık 2009 Perşembe

BİLMEDİKLERİNİ ANIMSAYANLAR ALZHEİMER KUSMAKTA

Ardında bazen / aniden bir yalnızlık beliriyor. İşte ben ona içiyorum bütün biraları. Lütfen anlat ona, yalnızlığın bacakları çoktan belinden sıyrıldı ve sağa sola fırlatıldı. Ertesi gün köpeğimle buldum hepsini ve karnını doyurdu iğrenç gelincikler. Beleşçi akbabalar, kokmuş sırtlanlarla kanat patiye verip dava açtılar gelinciklere. Onların savunması çoktan hazır. Güveye atıyorlar boku, gelinliğimizi yiyip bitirdi bu güveler. Güveler dile gelemeden beni gösteriyorlar aceleyle. Yine tek suçlu benim. Ben arkanda sırıtan yalnızlığa kızıyorum aslında. Çünkü sen Her zaman onu göremeyecek kadar dangalak oldun toplum içinde. Ben sahte gülüşlü kalabalığı zaten sevmem. Ama sen güzel eridin aralarında, bırak kemiklerinin tadını çıkarsın Fahrenheit..

Döldudağında bekleşen kurtları içeri al, kış geliyor
Memelerine sakladığın paralarla okut çocuğumuzu
Kirpiklerini ıslatmak için uğraşmamalısın
Hepsini gömdüm çamura, karga kakasını mideye indirmeden
Topukların neden tavana çakılı senin
Beynine kan gitmeden de idare ettin yirmi dört yıldır
Gülkurusu kapıların ardına kadar kapalı iliklerinde
Çamaşır iplerinde kokuşan ıslak yalanlar benim, lütfen kurumalarına izin ver susuzluktan
Perdenin arkasındakiler bırak orada kalsın, daha güzel gözüküyorlar ortada olmadıkları zaman bir takım gölgesizler

Deliler bala batınca Superman'i çağır. Dipler ayyuka çıktı, vahamet boğazımıza çöktü artık şu ölüm saatinin pili bitsin ve hepimiz nereye gideceksek gidelim. Damgayı içlerime batır, nasılsa işleyecek aydınlıkta terli bedenime ve uyanırsan günün birinde, öksürüklere boğul! Aptal bitkilerin su beklesinler sana fototropizma ile yalvararak, ağızları zaten hep açık diplerine kadar.

+ Yatağa damarların mı döküldü senin? Altıma işedim sandım yine. Getir bağlayalım kopuklarını, annemin şişleri ananemin tabutunda olacak.

- İstemiyorum eski hallerine dönmeyiversinler. İçimdeki olduklarında yaşadığımın farkına varamıyorum. Böyleyken, en azından, görüyorum kalbimin ne kadar uğraştığını. Bu zayıf bedeni ayakta tutabilmek için zayıf damarlarımla tek tek ilgilendiğini duyabiliyorum.

+ Turpları kaşı o halde. Tırnakların kanasın kazıntıdan ya da öyle sansın hekimler tek sahtekarlık gıda boyası gibi davranması gerçeklerin.

- Bacaklarımı ince ince kıy. Akşama büyükelçisi gelecek belirsiz bir nebulanın. Elin uzaylısına alımlı gözükmek gerekebilir dünyanın geleceği için.

+ Sakalımda kalan mağaranın balçığını çerçeveden gülümseyen suratına yediriyorum. Ve kıvrık boyunları kopsun develerin, ne de olsa kambur doğduk hepimiz ve kambur öleceğiz, U şeklinde kefenleri taşımak bazı kurumlarca yasaklanıyor, ölemeden kalıyor tırsak cesetlerimiz.

- Zaten tek amacın kazık çakmaktı beyinlere, günde 3 paket narsizm yala ve babana sıkıca sarıl ki ölmesin!

11 Ekim 2009 Pazar

PİCTUREKA

Eylülün üçüncü haftası otobüs beklerken
Beş yaşında bir çocuk oldum
Rüzgar üşüttü beni kaçtım eve
Oysa koşmak bedava düşmek bedava
Alan vergisi de almıyorlar üstelik uçurtmalardan
O zaman hissederek yaşamak adına bu garda pictureka
Sonra sarışın bir kadın oldum şu karşı bankta
Usulca şehveti astı uçuşan saçlarıma rüzgar
Aşk senkronize bir hal aldı pantolonlarda
Nankörlük ettim yine de erkeklerin gözlerine
Sırtıma bir kambur yüklendim yüzüm aynı ben
Arayan gözlere bulunmamak lazım hadi pictureka
Yok olmayacak böyle herkes niye bakıyor
Bacağımın tekini de ben kırdım katıldım aranıza
Gözlerinizi de topladım bacağımdan ve sırtımdan
Gözlerinizin üzerinde baktıklarınız da var hayret
Gazeteler, havadaki kuş, mahallenin delisi
Komşu kadının memesi, sekreterin bacağı
Televizyon dizileri, imamın kıçı
Telefonlar, ayakkabılar, arabalar, caddeler
Anladık gözleriniz beyninizin dikiz aynası ama
Ne bir çift göz var ne bir şişe şarap
Hem eylül hem de üçüncü haftası üç kere ayıp
Haydi alın kumandalarınızı, takın gözlüklerinizi
Çıkartın kafalarınızı pencerelerden
Seyre dalın anlamamak adına ve merakla
Kum saati dolana kadar dünyanın size pictureka

OLMAYACAK BELLİ

I.


Dokunaklı ama okunaklı değil
Yırtık bir sayfa senin geçmişin
Elinde kadeh büyük yudumlar
Belli her halinden besbelli
Sen bu yaşadıklarını tenhada
Herkesten gizli içmissin


II.


Kendinden dökülüp başka bir kaba akmak
Sancılı süreçtir bu çağda aşık olmak
Yanmak yok oluş sürecimiz, tanrı buyruğu
Bir nefes ne kadar yakıyorsa bedenimizi
Her yeni gün nasıl bir takvim yaprağını
Yanmak özlemle umutla titreyen adımlarla
Böyle ürkek oluşundan belli senin besbelli
Sen aşkı bir masalda okudun da
Ondan mı bu yağmurlar zoruna gitti


III.


Bende rüzgar sende yağmur
Ağlamak senin gözlerinle
Hüzünlü yaşanmışlıklar adına
Geride kalmalar yolcu etmeler adına
Zamanla bir husumetimiz var belli
Yelkovana sözüm yok
Ama o akrep çok sinsi


IV.


Çocuktum evvelden bir başkaydı pencerem
Üşümek soğuktan olurdu yanmak ateşten
Temmuz, bitmeyen akşamüstü, oyun saatleri
Amaçsız bir koşmak alırdı beni
Alıp bırakırdı dizlerimin üzerine o sokakta
Ağlamaktı hepsi hepsi sıyrılan bir parça deri
Oturup öyle taşları ayıklamaktı yaradan üfleyerek
Çocuktum kısa pantolonlu, çilli, yedilik dişi çatıda
Adam olmayacak bu çocuk belli

10 Ekim 2009 Cumartesi

Can Sıkıntısı

   Evin içinde dolanıyorum, küçük adımlarla ilerliyorum, karşıma bir duvar çıkıyor. Sonra başka tarafa gidiyorum yine bir duvar çıkıyor. Aklım pek işlemiyor, bir iş yapmak istemiyorum, kendimden sıkılıyorum. İşte benim aylaklık halim bu. Benim canım böyle sıkılıyor.
   Bu gibi hallerden kurtulmak için daha yeni aklıma gelen şeyi yapıyorum şimdi ; ne yaptığımı yazıyorum. İnsan bu halden hemen çıkmak istiyor aslında. Zaten evrenin artan entropisine birde benim artan entropim ekleniyor. Acaba evreninde mi canı sıkılıyor?
   Her neyse, can sıkıntım bu kadardı. Aylak insan bir iş yapmadığına göre anlatacak neyi vardır ki?

Aralık 2002

7 Ekim 2009 Çarşamba

TARiHiN TEKERRURUNE DAiR

Kimsenin ardına bakmadan kaçması gerekir aydınlıktan
Aydınlık, ekşimiş cahillerin ışıltılarıysa şayet
Güneşe bile hükmediliyorsa artık
“İznim olmadıkça tek bir karıncaya bile ışıma!”
Aydınlıktan kaçın!
Karanlık sizi kucaklayacaktır
Yıldızlar yön gösterecektir, görmek isteyene
Ay, aydınlatacaktır yolunuzu, safça bir yansıtma duygusuyla
O pisliklerin uyku vaktidir geceleri
Korkmayın
Karanlık onları yutacaktır
Ve bir krallığın bittiği yerde, bir yenisi filizlenecek,
Tarih can sıkıcı bir şekilde tekerrür edecek
Ve torunlarımız yine geceden medet umacaklar
Kara büyücüleri gibi ortaçağın.

Karanlığa Yazılmış İlk Şiirler

“Korkma asker
O bomba değil
Sadece kopmuş bir
Çocuğun kafatası.”
Dedi komutanı
Kahkahalarla güldüler
Cehennemin kapıları ardına kadar açıldı
Ve içeri buyur edildiler.

EVRENDEKİ MODAYA DAİR

Zıtlıklar üzerine kurulduysa her şey,
Evren nasıl bu kadar tek taraflıydı?
Hani tanrının karşıtı?

Eskiden tanrılar devletti, şimdi devletler tanrı!

İçimiz ne kadar doluysa dışımız o kadar boştu.
Tersi de makbuldür.
Bakış açına göre tekilleşiyor işte her şey.

Çok insanlar tanıdık evvel zaman içinde, zıtlıklar galaksisinde.
Kimseyi önceden tanımadık.
Sonradan hiçbirimiz aynı kalamadık, o da ayrı.
Kıskançlık ve kin hepimizin iç organlarını kemirdi,
Farelerin hepsi azledildi yüce hakim tarafından!
Zaten hepimiz sanıktık o mahkemede,
Ev hanımları çok lagaluga yaptı bu işe.
İş işten geçmişti.
Hakim bey amca bizim kalemimizi kırmadı, fareleri de salıverdi.

Yeşilçam filmleri bu kadar korkunç değildi elbet.

Eski filmlere Yeşilçam denir bu arada.
Bu arada da yeni filmlere Hollywood denir.

Zaten o kadar kalemi kim bulmuş ki o hakim kırsın.
Düzgünce, “Öldürün bunları.” desenize!

Bilinç hepimizde oluşan bir denizdi, yumuşakla sert arası, ılık diyebiliriz.
Kimileri bir mikron suda, buz gibi boğuldu!

Ayaklarımız ise her geçen gün nasır tutuyordu.
Üstelik bu ayakkabıları hepimiz giyiyorduk!

Bir yerde bir yanlış var, dikkat et!

Yahut nasır bantları vardı eskiden, git bakkaldan al bir tane.

Bakkal diye bir şey vardı eskiden sen bilmezsin,
En azından oğlun hiç bilmeyecek.

Sinekli Bakkal diye roman bile vardı.
Hava bedavaydı eskiden, sular gırla gidiyordu,
Sen rakıdan haber ver!

Yazılanlar ne kadar zamandan sıyrılmış gibi gözükse de
Tarihi belge olabiliyor beş on yıl içinde.
Çok sıkıcı.
Hayır, o zaman bu insanlar belgesel çekerlerdi,
Tarih yazarı olurlardı,
Niye edebiyatla uğraşsınlar?

Eskiden bakkal diye bir şey vardı,
Suyu çeşmeden içerdik
Ve kanserden ölen insan sayısı çok azdı!

Bu aralarda insanlar kanserden ölüyor.

Eskiden böyle miydi?

Moda hep kıyafetlerde değil elbet!

Kin vardı deride pullu döküntüler gösteriyordu,
Kıskançlık vardı başın arka kısmında zuhur eder, adamı kıvrandırırdı,
Gurur vardı, fazlası mideyi ekşitiyordu,
Kusanlar bile olmuş bizim kocakarı anlatırdı!
Başka hastalıklar vardı, bir sürü.
Kibir, yavşaklık, zenginlik, fakirlik, bir sürü.
İlaçları da kimyasal değildi üstelik!
Kemo falan yok o zamanlar.
Bakkal vardı diyorum ne kemosu?

Sonra topluca ölme kararı aldık!

Arada çıkıntılar oldu, yok illa yaşacağız yüz sene.
Elime bir tabanca tutuşturdular,
Hepsinin kalemini kırdım.

Ben nereden bileyim, kalemlerin o taburelere bağlı olduklarını!

Kalemleri kırdıkça,
Ayaklarının altındaki tabureler kırıldı,
Boyunlarındaki ip gerilimli bir hal aldı.
Giderayak katil oldum,
Hem de yanlışlıkla!

Umarım her şey kayıt oluyordur.

Sonra hepimiz öldük!

Tanrı bu duruma çok bozuldu!
Bozulmaktan ziyade canı sıkıldı.
Sonra bir takım düğmelere basarak evreni kapattı.

Düşündü, düşündü, düşündü...

Şeytan, adem, elma, cehennem.

Yo yo yo, bunların modası geçmişti.

Düşündü, düşündü, düşündü...

Birden aklına bir şey geldi!
O heyecanla masasının üstünde duran,
Sonsuz yoğunlukta ve sonsuz sıcaklıkta bir atoma eli çarptı

Big Bang?

Yok artık!

Dünya’dan bildirdim.
Mutlu yarınlar, Dünyalılar.

First Rain

"Kırk İkindi Yağmurları" na ithafen başlanan projenin ilk fotoğrafıdır...
Model : Tuğsem
Edit : EKK

24 Eylül 2009 Perşembe

Vaka : Bölüm 5

Yabancılaşma sendromu geçiren biri, beyni şoklandıktan sonra kendiliğinden rüya göremez. GH-1409-TL hastalığının yapısından pek haberdar olmamasına rağmen, bu deneyim ona rahatsızlık vermişti. Gariplik uykuyla ilintili olduğundan ve uykunun bu hastalıktaki kritik önemi nedeniyle, GH-1409-TL istemediği halde doktor Wundt' a danışmak zorundaydı. Fakat rüyanın kendisi çok ilginçti. Sanki bozuk bir vidyo gibiydi. Daha önceden hiç rüya görmediği veya hatırlamadığı için bu konudaki fikri de sisliydi. İçgüdülere bağlı bir şüphe hissetmeside onu endişesiz kılıyordu, belkide bu yine "koruyucu melek" inancıydı.
Konsola doktor Wundt' un iletişim numarasını girdi. Ekranda Sistem'in bir logosuyla beraber doktor Wundt' un bir resmi vardı. Sistem logosunun ortasındaki şeritte "Bilim Planlayıcısı" sözcükleri güya Sistem' i tanımlamak içindi. GH-1409-TL araştırmalarını Sistem' in çizdiği yolda ve çoğu zaman amacını bilmeden yapmaktaydı. Belki de amacı hiçkimse bilmiyordu ama Sistem'e herkes güvenirdi ya da Sistem'den başka kimsenin planı yoktu. Doktor Wundt ekranda belirdi. "Görebildiğim kadarıyla iyi uyumuşsun, ama yinede bir problemin var sanırım." GH-1409-TL insanlarla henüz otuz saat geçirmiş olmasına rağmen huzursuzluğu ciddileşmişti. Bir an önce ıssız bir yerde yalnız bırakılmak için can atıyordu. Konuşmayı maksimum verimle sürdürebilmek için hemen konuya girdi. "Bir rüya gördüm, daha önce hiç rüya gördüğümü hatırlamıyorum. Ciddi birşey mi diye merak ettim." Doktor Wundt'un kaşları çatıldı. Önce "Emin misin?" diye sordu fakat sorunun anlamsızlığını kavradıktan sonra, "Yabancılaşma sendromu geçiren hastalar rüya göremez. Tedavi için hafızanı ve beynindeki birtakım bilinçaltı faaliyetleri kısıtladıklarından rüya görmemen gerekir. Ama.." GH-1409-TL araya girdi." Tedavinin uygun şekilde yapılmadığından bahsetmiştiniz. Sebebi bu olabilir mi?". "Sanmam, beyin şoklandıktan sonra bilgisayar tarafından otomatik yapılandırılır. Bilgisayar kasten belirli şartlar tetiklediğinde rüya görmen için yapılandırmadıysa veya biri sana şaka yapmadıysa... ne tür bir rüya bu?" GH-1409-TL Kandel' den bahsetmeyi istemedi çünkü bu konuşmayı uzatacak ve başına olmadık işler açacaktı. "Belkide uyuşturucunun etkisiyle oluşmuş bir halüsinasyon falandır. Eğer bir gelişme olursa tekrar bildiririm. İyi günler doktor."
GH-1409-TL rüyayı Kandel'in tezgahladığından emindi. Fakat bu konuyla ilgilenmek için kendini zorlayamadı. Onun yerine bütün gününü kubbenin dış cephesinde, volkan patlamalarını izleyerek geçirdi. Gece olduğunda yıldızların titrek ışıklarına dalarak içinden orada, hiçbirşeyin olmadığı yerde olmayı geçirdi. Sonra asansöre doğru kafasını çevirdi. Gözleri yeniden yakına odaklanırken, gönlüde daraldı. Aldığı nefes insan için optimum hava karışımı olmasına rağmen ciğerlerini besleyemiyordu yine.
Uyuyabilmek için yine enjektörü kullandı. Kandel daha rahat gözüküyor ve onunla konuşuyordu. "...neden beyin yapılandırması varken biz "hasta" olmayanlar eğitim görmek zorundayız sanıyorsun. Sizin kafanıza bir robota veri yükler gibi bilgi transfer edilebiliyor. Bu hastalık olamaz. Makinalarla olan yoğun yaşam, belkide yıllar içinde insanları evrimleştirdi. Fakat Sistem bunu böyle yorumlamıyor. İnsanı öldürdüğü için bunu hastalık diye tanımlıyor. Oysa serbest bıraksak, uygun koşulları üretsek o zaman bunun evrim olduğunu görebiliriz. Bunu gizlice kanıtlamalıyız." Kandel kayboldu ve tekrar belirdi. "...beynini programladık ama hala hür düşünebilir, istediğin şekilde karar verebilirsin...". Kandel tekrar belirdi, gözlerini ona dikmişti."...robotlar beceremiyor işte seni kullanmalıyız. Bana yardım etmelisin..." Kandel aynı şeyi tekrarladı. GH-1409-TL sıçrayarak uyandı. Koridoru geçti. Kandel dev ekranın karşısında hidrolik bir koltukla aşağı sarkmıştı. GH-1409-TL' yi farkedince kafasını çevirdi. "Ne kadarını biliyorsun?"

23 Eylül 2009 Çarşamba

~~SoN~~

unutumadığım bir geçmişimdin sen
yürüdüğün yolda bir ben yoktum
o toz konmaz masanda hiç resmim olmadı
senin olmayan bir geçmişinim şimdi

satırlarıma değer veren güzel insan
uğramaz oldun artık dünyama
gizlidende olsa bir seyret pencerenden
yaşamak gibi göz önünden geçir yazdıklarımı

unutulmaya yüz tutulmuş masallar
ümidi olmayan yaşantılar ve sonlarımız
geçen ki sondu biliyorum
bu sayede seni hayatımdan siliyorum

21 Eylül 2009 Pazartesi

KARAÇAM

Neyse ki dolunay
aydınlatır karayollarını

Üç tel karaşın sakal kopar
arsız suratımdan tiksinerek

Ve gözü uykusuzluktan
kanlanmış toprağa dikiyorum sakallarımı

Üç karaçam yükseliyor
yorgun kökler üzerinde/ tepemde

Ben ufaldıkça küçülüyorum
umutlarım kısalıyor.

20 Eylül 2009 Pazar

BÜYYÜNCE NE OLUCAKSIN?

Baudelaire geliyor kapıma
Ellerinde “Kötülük Çiçekleri”
Hepsini koparmışta getirmiş
Safi can sıkıntısından

küçük İskender yatak odasında
ki papağanımın gagasını dişliyor çığlıklarla
kahkahalar atıyor
mor çarşaflara dolanmış

Lautréamont’un dilinde bir türkü
Türkü kelimesinin kökü “Türk” mü bilmiyor(uz)
Eserin adı “Maldoror Türküsü”
Okyanus cehennemlerinde çalınıyor

Ve nereden bulduysa ablam, oğluna
Kaptan’ın (Attila İlhan’ın) şapkasından almış iki adet
“Büyyünce ne olucaksın?” diyenlere
“Şair olucam ben!” demeyi öğreteceğim ilkin…

-

Naber demeyin bana,
Hatrımı sormayın
Kendinizi sormak zorunda hissedip..
İyiyim mutlu olun
kötüyüm üzülün hadi
yapmayın bana bunu
yürekten bir selam aradıgım
samimiyetsizlikten yoruldum..

Samet Eryıldız'ın şiiridir.

MÜKEMMEL MİTOKONDRİ

Kulaklarımdan kablolar fışkırıyor
Gözümde bilmem kaç numaradan bir camekan
Dişlerimde gitar telleri sırıttıkça bir eser çalıyor
Özde her biri itinayla bozulmuş bir organ
Ve hala, siz, anti-maymuncular
Mükemmel olduğumuza inanıyorsunuz.
“Tanrı, insanı mükemmel yarattı!”
Üstelik adınızın başında bir dizi harf anlamsızca sıralanmış
P, R, O, F, D, R..?
Big Bang’e bok atan adam
“Şimdi bir patlama olsa, taş üstünde taş kalmaz;
Bütün madde bir patlamayla oluşmuş olamaz!?”
Onun yanındaki
“Dinozor dediğiniz otuz metrelik ademdir.” Diyor
O kadar mükemmel değilim bayım
Boyum 170 cm ve ırk kurmak için çocuklarımı enseste zorlamadım.
Bir gecekondu kadar çirkinim
Ya da kakaşı çıkmış kadınlar gibi korkunç
Ve çığlıklarla sekiz ceddinize küfürler savuruyorum
Kitapları çarpıştırmayı bırakın
Kütüphanem alev aldı yanıyor
Birileri etfayeyi çağırsın ve dayım onlara şeflik yapsın!
Bu arada karpuz
Kırmızı bir meyvedir
Yeşil değil!

(Elbette Darwin ve Adem olmadan bu şiir yazılamazdı. Ve pek tabi asalak bilim insanları olmadan. Bilim insanı mı dedim? İnsan mı?)

KOKUŞMA

Saat 03:42
Hala çalışanlar var sokakta
Mafya, polis, tabanca, sex işçileri, kediler…
Silahlar transseksüellere konuşuyor
Bir silah sesi ardınca küfürler ve
İlerisi kanlı çizmeler
Cinayet mahallinden izler taşıyor.
Kedilerle yapılan röportajda
Hazmı en kolay etin
İnsan eti olduğu belirtiliyor.
Çöplüklerde,
İnsan gurmesi kediler
Epilasyonlu bacak peşindeler
File çorap kemirmekten zevk alan kedilerden bahsediliyor.
Hala çalışanlar var sokakta
Çöpçüler karanlığı poşetlerle topluyor
Kamyonlarından sallanarak
Bu ülkede vejetaryen martılar idam ediliyor.

Gündüz Seslerine Dair 1

(Bir Mahalle Oyunu – Saldan Sola Sekiz Harf)

Dünya’nın en geveze mahallesi belki de burasıdır.

Satıcı (Baba): paaateeadomaaatezieataroveeovaaağ

Satıcı (Oğul):
paaateeadomaaatezieataroveeovaaağ

İşi bağırmak üzerine kurulu işler
Örnek: Kalaycı, overlokçu, opera sanatçısı, kız çocuğu…
İki kız kurusundan birincisi: Kııız gel işte bize! Sonra yapıverirsin ütüyü.

İki kız kurusundan ikincisi: Yoook hayatta olmaz! Annem kemiklerimi kırar.

Koro: HA-HA (kikirdemeler-kıkırdamalar)
Alt çenelerinde bulunan “Kıkırdak Karı Kıkırdağı”ndan gelen bu ses…

Teyze: Leeen Emirhan dedim, çabuk ge buraya, o yimeği yi dedim.

Emirhan: Top oynuyom, hem tokum ki ben!

Büyükler; küçükler yediklerinde büyür sanırlar.
Küçüklerin böyle safsatalara karınları toktur.

Sarışın/Mini etek/ Uzun topuk:
TIK TIK TIK TIK TIK TIK

Belediye: İşimiz, topukların deldiği kaldırımları her yıl onarmak.

Ve sonsuza kadar gürültü içinde yaşadılar…
-PERDE-

15 Eylül 2009 Salı

ölün insanlar

ölün insanlar
gece oldu artık çekin topraklarınızı üzerinize
hortlakların , gece yürüyenlerin ve yarasaların
vakti artık
ölün insanlar
yeni bir gece için başkalarına yer açın
güneşi biz zapdettik ışıklarına kilit vurduk
şömine ateşiyle sevişeceğiz
konuşmak yerine uluyacağız
ölün insanlar
ateşte kızartıp
kemirdiğiniz hayvan butlarını ağaç diplerine bırakın
kemiklerini gece köpekler yer
pis leşlerinizin kokuları gece duyulur
siz bilmezsiniz
ölü insan kokusunu
ölün insanlar
kemirgen bedenlerinizi sokun
toprağın en derin yerlerine
taştan kulelerinizin içinde
keskin bıçaklarla bileyin dişlerinizi
başkalarını kemirmek için , yeni güne hazırlayın

13 Eylül 2009 Pazar

MUTSUZLUĞUN ASKERLERİ

Kalp kırdık mı sahiden bu kadar
Ne çok evren sığarmış meğer küçük dünyalarımıza
Dizinde yara kabuğu bir çocuk
Kaşlarını ilk defa alan genç kız
Genelev kapısında meraklı delikanlı
Kendini ilk tamamlayışı bir kadının
Şöyle hokkalı bir küfür
Bakıp da hayallere dalacağımız bir deniz bir gökyüzü
Masumiyet terkedilmez çünkü yok çünkü insan
Hayatlarımız köşeleri alındıkça çokgen
Ve evet gerçek kaçılacak kadar şeytan
Hayaller bakirken melek
Kanatları alınmış uçamasın diye mutlak olana
Geçmiş daha geçmemişken
Elimizdeyken kendi nesnel tarihimizi yazmak
Utanmadan yırtarak sayfalarımızı bir boşvermişlik
Ne kadar anlamsızsa o kadar normal çıplaklığımız
Bu yüzden düşünmeye soyunmaz insanlığımız
Akşam evin kapısını çalan adamın düşüncesi neyse
Yemeğin tuzuna bakan kadının dudakları o kadar ıslak
Aşk mutluluğu sakınır temiz çarşaflardan
Kadınlar birlik olun bozun yataklarınızı
Tanrı bir peygamber daha indirir belki o zaman
Uçurtma uçurmayı öğreten insanlığa

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Vaka: Bölüm 4

Sinir ağı labaratuarının kapısına vardıklarında içeriden bir ses duydular. Sanki birşey kapıya çarpıyordu. Pilot kapının düğmesine bastı. Kapı açılırken içeriden küçük şekilsiz birşey fırladı ve GH-1409-TL'nin ayağına çarptı. Sonra geriledi ve tekrar kendini ayağa doğru ilerletti. Bu sefer daha atik davranan GH-1409-TL ayağını kaldırdı ve küçük şey kendini koridorun duvarına çarptı. Doktor Wundt kendisini yeniden tuvara toslamad onu yerden kaldırdı ve içeri girebildiler. Labaratuar neredeyse boştu. Tam karşılarındaki duvar değişik ölçülerde saydam bölmelerden oluşuyordu. Bölmelerin gerisindeki küre şekilli, bazıları düzlemsel, labirenti andıran yüzeylere sahip yapay sinir ağları, yan duvardaki geniş ekranlara tüm tavanı kaplayan kablolarla bağlıydılar. Ekranların karşısındaki duvarda bir koridor, personel odalarına uzanıyordu. Odanın neredeyse tek eşyası olan koridorun yanındaki kanepede, cılız yaşlıca bir adam derin bir uyku çekiyordu.
Doktor Wundt koridora giderken, yere bıraktığı robotla ilgilenen GH-1409-TL'ye seslendi. "Revirde sana göre çok fazla insan olduğundan, kargo gemisini burda beklemen daha uygun olur. Bu labarutarda şu içerde uyuyan adamdan başka kimse yoktur. O' da pek insanlarla ilgilenmez."
Doktor Wundt, şimdi Gia-Han'da olan Kandel' in asistanının odasını gösterdi. Odada üç masa, geniş bir yatak ve duvara gömme dolaptan başka yazar isminin aynı olduğu bir düzine kadar kitap vardı. Doktor Wundt, GH-1409-TL' ye iletişim numarasını verdi. "Eğer uykusuzluk sıkıntı yaratırsa seni uyutabilirim." dedi ve belli ki dahasını söyleyecekti fakat GH-1409-TL'nin sıkıntılı yüzünü görünce vazgeçip, çantasından enjektörü çıkarttı ve masanın üstüne bıraktı. Kapıyı ardından kapatıp pilotla beraber labaratuardan ayrıldılar.
GH-1409-TL yatağa uzanmış, gözlerini kapatmış halde tedirgin biçimde soluk alıyordu. Sonra gözlerini açtı ve enjektörü aldı. Göğüs kemiğinin tam altında, midesi olması gereken yerde, dairesel bir yuvaya enjektörü yerleştirdi. Enjektörü çevirdiğinde içindeki sıvı yavaşça vücuduna dağıldı. Enjektörü tekrar masaya bıraktı ve ardından en az içerde uyuyan adam kadar derin bir uykuya daldı.
Kanepedeki adam, GH-1409-TL' ye birşeyler anlatıyordu, fakat sesi duyulmuyordu. GH-1409-TL dikkatini vermeye çalıştı. Kandel gözlerini ona dikmiş, "...robotlar beceremiyor işte seni kullanmalıyız. Bana yardım etmelisin..." Kandel kayboldu ve tekrar belirdi." ...yapmam için başka çarem yoktu, öleceğini bilemezdim..." Kandel tekrar belirdi, yine gözlerini ona dikmişti. "...robotlar beceremiyor işte seni kullanmalıyız. Bana yardım etmelisin..." aynı şeyi tekrarlıyordu yine. Işık, pencere, duvar sırayla gözlerinde belirdi. Demek rüya böyle birşeymiş diye düşündü.

23 Ağustos 2009 Pazar

BU KAÇINCI KİLOMETRE?

Kulağımda Cenk Taner
otobüsteyim
duymuşsundur bir şehirde

Aklımda UBOR-METENGA
cam kenarı
okumuşsundur şehir dışında

- yol dahil –
Bazı şeyler şehirlerarasıdır

Kimden çalmıştın sen bu gözleri?
Dikkat et gözlerimdeler..

YA EVDE YOKSAM!!?

Sonuçta hiç bir neden yoktu
Beni sevmen için
211 yıldız kayması saydım
83 kez bozuldu sokak lambası
Ben evden hiç çıkmadım

Önce nefes sonra
Yine yine buğu camda
Ve geri dönmelisin herkülün işini kolaylaştırmak için
Masada kalmamalı öylece
Teslayı bulup sokak lambasını yaptırmalıyız
Nasıl ki yatırırdın beni göğsüne
Evden çıkışım da elinden olmalı

Sonra buğu önce
Yine yine nefes ağzımda
Kalbin elimde olmalı adın dilimde
Yakışmazdı zaten kışın ortasında çamurda

Önce nefes sonra
Yine yine son nefes
Kaybolan bir ipucundan başka bir şey değildir
İpuçlarının yok oluşu elinden olmalı

Sonuçta başka isim yoksa isminden başka
Bir sigara yakmalıyım
En sevdiğin yıldızın
En sevdiğin parkında olmalıyım
Deniz manzaralı televizyon karşısında
Şarabım elinden olmalı
Kırmızı
Sen yüzük kullanmalısın..

10 Ağustos 2009 Pazartesi

kendimle msn konuşması

kralıyım ulan bu memleketin kralıyım. bu insanların kralı bu mahallenin kralı. uyumayın ulaaaan çıkın dışarı. seviyorum ulaaan annene selamlar. ceketin kolu var her işin yolu var be remziyem gel etme be. ben sensiz ne ederim be remziyem.
remzi bak kendine bi iş bul. bankada onbin lira para biriktir gel ben de senle gelirim o zaman. he şöyle de be remziyem he şöyle de şöyle de canımı al be remziyem.
iki gecede bir tekrarlanan eski evimizin karşısında oturan annemin pasaklılar diye tabir ettiği komşumuzun kızı remziye ve takıntısı remzinin kavgaları işte bu diyalogla tatlıya bağlanıp bitti.
hiç kendini aratmayan remzi bi akşam gelmezse öteki akşam kesin gelirdi. tabi yeterince içmiş olarak. bağırıp çağırırdı çoluğa çocuğa söverdi.camları yerlere indirirdi. ardında zaten remzi geldiğinde çağırılmış olan polis yetişirdi. bu işi artık iyi öğrenmişti remziyenin kızları. babaları geldiğinde hemen polis aranırdı. bağırışma uzun sürmeden hemen hepsi ekip arabasına doldurulup doğru karakola götürülür. kimse birbirinden şikayetçi olmaz ve sabaha doğru herkes sıcak yatağında geceyi bitirirdi.
sokağın tek ve en gürültülü olan sakiniydi pasaklı karılar. sakin demek de neyse işte pek sakin değillerdi. şimdi bir apartman dairesindeyim sadece ayak sesleri ve asansörün dokuz kat arasında hareket eden gürültüsü işitiliyor. oysa ki eski evimin bahçesi vardı üstelik bahçede bir de kayısı ağacı vardı. şansıma kayısının çekirdeklerinden biri ağaca dönüşmüştü. biz gidince o ağaçta kurudu. enteresan evsahiplerinin gittiğini anladı herhalde. işte bu dokuz katlı betonun yedinci katındayım uyuyamadığım zaman bakona çıkıyorum ve bu kadar yukarıda hava her zaman rüzgarlı ve de soğuk. ama bu gece uykum geldi daha fazla uyanık kalamam galiba.

TAŞ YIĞINI

Bir insanın bir insanı anlaması
Boyutları kaldırır ortadan
Duvarda bir kapı belirir
Kapıyı anahtarlı anahtarsız açmak gibidir

Bir taş koydum, çok kırılmıştım
Bir kaç sıra taş, gelmeyin üzerime
Atlamanız gerekecek üzerinden
Yalanlarınız vardı kapandı kapı
Yüksek bir duvardır kişilik

Makyajınız, sakalınız, kıyafetleriniz, bakışınız
Hiç biriniz yolda öylece durup bir yabancının gözlerine bakamazsınız
Konuşurken böyle düşündüğümü düşün(den) öte geçmek değil yaptığınız
Sevmeye yeteneğiniz yok belli çalışmak yüzde doksanı
Sonra adamın biri garda otobüs bekleyen yolculara döndü ve dedi ki:
"Herkes Mecnun herkes Leyla ne güzel dünya"
Pardon siz aşkı ne sanmıştınız defolun gidin lütfen defolun

Duvarlarınız diyorum size
Hiç utanmadan yüzünüze söylüyorum
Labirentler oluşturdu kentlerde

8 Ağustos 2009 Cumartesi

ORMANDAKİ IŞIKLARA DAİR

Ormana yüz adım ise eviniz
Ve bulutların toprakla sevişmesi gerekmişse
bir ağustos ikindisi
O kokuyu ilk siz hissedersiniz
Islak meni kokusunu, buram buram.

***

Sevişmeye istekli taraf daima bulutlardır
öncelikle grileri
Sırf bu yüzden dünyayı devreder
Okyanuslar ve rüzgarlarla dans ederek.

***

Canı ne zaman toprak çekerse bir bulutun
Habercilerini yollar öncelikle
Işıklar ve gürültülü seslerle
Gök kubbeye tırmanır, aceleci ve ağır cüssesiyle
Orgazm olan hayvanlar gibi anırır var gücüyle
Uzun bir yaz abazalığı sonrası ise
Sürer saatlerce.

***

Ve sonunda yırtılır kulakları hayvanların
ağaçların
Ve toprak ananın bekareti yırtılır
Işıklarla, gösteriş meraklısı, bir gök gürültüsü
Yırtar ve kanırtır toprağı
Ve biz, hayvanlar, ormanlar
Ve toprak ana
Islak meniye boğuluruz, nefes nefese.

***

Her hücresine işlemek için acelecidir bulutlar
Toprak ananın her deliğine nüfuz eder
Ta içlerine, en dibine
Acı çeker taze gelin gibi
Ama ses çıkarmaz
Yahut biz, hayvanlar, ormanlar
İşitmesini bilmeyiz fısıltısını.

***

Sessizce emer tüm meniyi toprak ana
Çocuklarını doğurur
Ardından hepsini doyurur
Ve biz, hayvanlar, ormanlar
Gözlerimizi sımsıkı kapatırız
Görmemek için yatak odalarının içini
Üstümüzde gri bulutlar aydınlatır gök kubbeyi
parıldar yatak odaları
Ve denizlerden buharlaşan, ışıltılı inci taneleri,
Tekrar birleşirler ormanda.

***

Her yağmur sonrası,
Islanmış anne kokusuna uyanan kargalar,
kuzgunlar,
baykuşlar
toplanırlar
Babalarının içlerine kadar yükselip alçalırlar
hepsinin gözleri kapalı
Leblebiden iri inci taneleri,
Yükselir zifiri karanlığın ortasından
Kargalar, kuzgunlar ve baykuşların gagasında.

***

Toprak ana emmeden hepsini
Açılmaz gözler
Bulutlar, boşalmış ve rahatlamış,
Arkalarına bile bakmadan, tepemizden ayrılırlarken
Biz yine babamızı özleriz
Yağmurdan eprimiş sarı bir sayfada
Ve ışıldar orman
Babası bulutlar ve topraktan anasının koynunda.

06.08.2009

Yazan: Burak (Maktul) Çakır
Yazdıranlar: Yeni bir ev, eski bir orman
İthaf : “Yağmur benim içime işleyen bir şey. Yeryüzünde, doğanın bana sunduğu en yakın arkadaş.” Tezer Özlü (Yaşamın Ucuna Yolculuk – s113)

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Vaka : Bölüm 3

Asansörün kapısı altıgen bir koridora açıldı. Koridorda artık yaşlanmaya başlamış, orta yaşlı birisi vardı. Adam bir adım yaklaştı ve elini uzattı. "Merhaba, ben doktor Wundt" dedi. GH-1409-TL doktorun elini sıktı fakat birşey söylemedi. Doktor, ortasında duvara sabitlenmiş bir masa olan, karşılıklı konumlandırılmış iki koltuğu işaret ederek, "Oturup durumunuz hakkında konuşalım" dedi. Doktor Wundt koltuğa oturup arkasına yaslandı. GH-1409-TL bakışlarını pencereden ayırmadan, "Neden merkez kubbeye gimem gerek? Tedavimi burda yapmanız mümkün değil mi?" Doktor Wundt sürekli "yabancılaşma sendromu" geçirmiş insanlarla çalıştığından hastasının durumunu maruz gördü. Ona durumunu burada anlatmanın daha uygun olacağını düşünerek derin bir nefes aldı. "Bundan yaklaşık iki yüzyıl önce dünyada "yabancılaşma sendromu" denilen bir hastalık başladı. Bu bir virüs veya bakterinin neden olduğu fiziksel kökenli bir hastalık değildi. Sorunun psikolojik nedenli olduğu kanıtlanamasa da muhtemelen öyle. Her neyse, bu hastalığa yakalanan insanlar gerçekle bağlarını kademeli olarak yitirmeye başlarlar. Çok ender insanlarla iletişim kurarlar fakat depresif belirtilerde göstermezler. Hastalığın son safhasında kişi uykuya dalar. Bu uyku ne REM uykusuna ne de NREM uykusuna benzer. Uyku esnasında beyin aktivitesi sürekli olarak artar. Bazı hastalar birkaç gün uykuda kalırken bazıları aylarca dayanabilir ama sonunda hepsi bu aşırı aktivite sonunda ölürler. Eğer uyandırılırlarsa gene ölürler. Bu hastalığa neden olan şeyi bulamamakla birlikte hastaların bu çeşit bir uykuya dalmamalarını sağlayabiliyoruz. Fakat hasta bu tedavi sonucunda hafızasını kaybediyor ve geri döndürülemeyecek kadar yabancılaşıyor. Seninde insanlarla birlikte olmaktan rahatsız olmanın sebebi bu." GH-1409-TL ellerini birbirine kenetlemiş zorlukla konuşarak, " Hafızamı yitirmeme bu tedavi sebep olmuş, fakat diğer sorunları açıklamıyor ve neden merkez kubbeye gitmeliyim?". Doktor Wundt devam etti. "Çarmıhın gönderdiği rapora göre acı çektiğini, kalp atışlarının hızlandığını ve bir de düşmeye benzer bir his anımsadığını anlatmışsın. Bu da demek oluyor ki tedavi sırasında uyanmışsın fakat kontrol robotu bunun çok kısa süreli olduğu gerekçesiyle raporlamamış. Bu olay sebebiyle karanlık sende çağrışım yapmakta korku duymana neden olmakta. Hatta bu durum eski anılarını da çağrıştırabilir. Bu yüzden iyileşebilmen için tedaviyi yeniden uygulamamız gerekecek ancak bu tedavi sadece Gia Han' da yapılabiliyor. Seni de oraya nakledebilmemiz için merkez kubbedeki limana ihtiyacımız var." GH-1409-TL' nin zorlukla oturduğunu gören doktor Wundt, "Seni biraz yanlız bırakmam daha iyi olacak." dedi ve pilotun yanına gitti.
GH-1409-TL hala pencereden jetin kanatlarını inceliyordu. Kanatlar değişen hava akımlarına göre yavaşça şekil değiştiriyor ve jetin kontrolünü sağlıyordu.Bu şekilleri, havayı, şimşekleri düşünmek, kendi varlığının farkına varmamak sanki bir içgüdüydü. Hafızası yine silinecek, yine Tobb Lun'a gelecek, yine örnekleri inceleyecek herşeyi baştan ne için yaptığını bilmeden yine yapacaktı. Ölüm ilk defa daha iyi bir seçenekmiş gibi geldi. Jet devasa merkez kubbeye yaklaşırken alçalmaya başladı. Tobb Lun'un en aktif volkanları bu bölgedeydi, elli kilometreye kadar sülfür püskürten volkanları izleyen GH-1409-TL evrenin bu deviniminden haz duyuyor ve devinimin bir parçası olmak istiyordu. Burada asıl mesele doğal olarak duracak olan bir devinime müdahale edilmeli miydi yoksa amacı ve nedeni bilinmeyen bu devinimin zaten evrenin doğası olduğu kabul edilmeli miydi? Hep bilinmeyen şeyler olacak, hep bilinmeyene sezgilerimizle adım atacağız ve hep sezgilerimiz güvenilmez olacak. İyon jeti yuvasına oturdu. Doktor Wundt ve pilot gülüşerek koridora girdiler fakat GH-1409-TL' nin dalgın suratını görünce ciddileştiler." Kargo gemisi yaklaşık doksan saat sonra Gia Han'a gidecek o zamana kadar seni burada misafir edeceğiz." Doktor Wundt kötü haberi vermişti.

24 Temmuz 2009 Cuma

GİTME

Gece trenleri gibi mi desem
Yalnızlığa bir yolculuk mu gecede
Falanı filanı yaşadık da
Yalanı dolanı kaldı mı desem

Kanar yatağımda usul usul tenim
Çoğul dokunabilen tekil şahış
Siz hanginizdiniz bu hangi kaçış
Öbür ucumdasın anlayamadım
Nasıl içiyorsun ağzımdaki sigarayı
Bu kadar da ben olma yalnızlık olur
Gitsen de gitmesen de
Ayakların çıplak ellerine giymişsin çoraplarını
Bir kadın elbisesi üzerimde
Bu neyin telaşı şimdi
Gitmek kalmak karıştı birbirine

Yalanı dolanı yaşadık da
Falanı filanı kaldı gibi mesela
Saat bir gibi olacak
Yollar geçecek içimizden git(sen)

Gün Sonu

gece iner yine yer yüzünün kara topraklarına
uykulara dalar bekleyen gözler masalların karanlığında
düşer her günün sonunda kirpiklerden biri yastığıma
sulanır gözyaşlarıyla her gece,filiz verir günün kızıllığında
______________________________________________________________

21 Temmuz 2009 Salı

Vaka : Bölüm 2

Tobb Lun'un yıldızı Zavijava tekrar ufukta belirdi ve kubbenin yapay cılız ışığını boğdu. Enerji istasyonu gürültüsüz biçimde tekrar şarj olmaya başladı. GH-1409-TL gece boyunca aklının yerinde olduğunu kendisine kanıtlama çabası içinde matematik problemleri çözdü. Doğru sonuçlar onu biraz rahatlatsa da uyumasına yetmedi. Kafasını yastığa devirmiş yıldızı çıplak gözleriyle, ne kadar zor olsa da izliyordu. Bitkin bir halde çarmıha doğru seğirtti. "Çarmıh" ismi robota amacı nedeniyle değil şekilsel nedeniyle verilmişti fakat amaçlar konusunda eski kullanımı arasında tam bir tezat vardı çünkü çarmıh tedavi için kullanılıyordu. Çarmıha girmeden önce robotu detaylı fiziksel ve psikolojik testler için programladı. Çarmıha oturdu, kollarını iki yana açtı ve bacaklarını uzattı. Robot pozisyonu doğruladı ve kapağı hastanın üstüne kapattı. Fiziksel testler boyunca ağzını açıp gözlerini oynatmaktan başka pek birşey yapmadı bu aşama yaklaşık yarım saat sürdü. Psikolojik testler ise bir yığın sorudan oluşuyordu. Genelde sorun yoksa bu testte çabuk biterdi fakat robot bu korku ve endişeli hale neden olan şeyi bulmakta besbelli zorlanmıştı. İrdelemeler belli bir aşamaya kadar devam ettikten sonra birden kesildi ve tedavi süreci sona erdi. GH-1409-TL raporu okumaya başladı. Fiziksel bir sorunu yoktu. Psikolojik sorunlar kısmında gezegen sendromu veya bilindik standart bir problemide yoktu. Bu yüzden robot hastanın raporunu sisteme iletmiş ve tedavinin insan tarafından yapılmasını raporlamıştı. Bu da demek oluyordu ki gün batmadan GH-1409-TL' nin ziyaretçileri olacaktı. Ama bu durum onun pek hoşuna gitmedi.
Gezegen her ne kadar yaşamaya uygun olmasa da -yaşamaya uygun Dünya'dan başka gezegen keşfedilmemesine rağmen en azından su ve oksijenin olduğu birkaç tane vardı- üretim yapmaya uygundu. Tobb Lun yapay zeka araştırmalarında, yapısal sinir ağı için gerekli olan ender silikatları doğal olarak üreten aktif volkanlara sahip şaşırtıcı bir yerdi. Ayrıca gezegen 0.9 G' lik bir çekim ivmesine sahip ve zehirlide olsa bir atmosferi olduğundan yerleşim nispeten kolaydı. Zavijava yıldız sisteminde Gia Han'dan sonra 2309 kişilik nüfusuyla en kalabalık gezegendi. Atmosferin iyonik yapısı pek az insanın şahit olduğu devasa yıldırımlara neden olurken, ulaşımı sorun halinden çıkaran iyon jetlerinin kullanılabilmesini sağlıyordu. İşte bu iyon jetlerinden biri şimdi kubbeye transfer geçidini bağladı ve GH-1409-TL'yi merkez kubbeye götürmek üzere aldı.

19 Temmuz 2009 Pazar

Tanrım

beynin susmuyor bir türlü Tanrım
her paragraftan birer cümle dolaşıyor
duvarlarıma yapışıyor
üstümü ört umulmadık bir uykuda
su içir tasvir edilen berrak pınarlardan

Yazan:Ayşe Tümen

17 Temmuz 2009 Cuma

Beş Perde

1.PERDE

ilk tanışmamızı hatırlıyon mu
ben seni ondan öncede tanıyordum
hatırlıyormusun o temmuz sıcağında
saat öğleden sonra dördü geçmişti
ben hiç unutmadım işte
sanki bir başka dünyadaydım sanki
hatırladın mı o temmuz sıcağındaki tanışmamızı
ağustos ayından da sıcak olan aşkımı

2.PERDE

peki asıl sana olan aşkımı
eylül fırtınasını
onu hatırlıyor musun
bana süpriz yaptığın o son akşamı
görmedin mi kalbimin nasıl çarptığını
duymadın mı o sesi
konuşamadım bir süre hatırlıyor musun
unuturmuyum seni durakta yolcu ettiğimi
bilseydim gerçekten gideceğini bırakırmıydım seni

3.PERDE

hatırlıyorsun değil mi birinci ve ikinci perdeyi
hatırlarsın büyülü kelimelerimi
birer birer uçuyordu bende
kayboluyordu,terk ediyorlardı biliyor musun
onlarda beni yalnız bırakıyorlardı
ben seni o günkü gibi hatırlamaya devam ettim

4.PERDE

bir gün bir mesaj geldi senden bana
düştü içime sakladığım ateş yine
bu perdeye yazacak bir şey bulamıyorum
5.perdeyi sen yaz benim için

5.PERDE

_________________________________________
_________________________________________

16 Temmuz 2009 Perşembe

ölüyorum desem

ölüyorum desem bittim desem
sen gelsen gelirken serinlik getirsen
torosların sularından doldursan tulumuna
öldüm desem ciğerlerimi serinletsen
yangın şarabından akıtsan içime
bitsen benimle ölsen
gözlerim açık gitse gözlerinde
şarabında boğulmuş olsam
son duam olsan
son yudumum dudakların olsa
memelerin ağzımda sütün dudaklarımda ölsem
tekrar küçülsem su olsam
içinde büyüsem
bir çığlık ve ağlama duyulsa
senden ben doğsam
sen bende kalsan

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Ölüm

Ölüm yakın, hissediyorum
Küçük dilimi gıdıklıyor
kıkırdıyorum

11 Temmuz 2009 Cumartesi

BU SEVDA

Ceren'e

Parmaklarının en ucundan dokundu
Bencilce bir sevda değil ki bu
Gözlerinin derininden dokundu
Parmakları ki acemi
Gözleri çıldırmaya meyilli
Üşümek kayboldu odamda bulamıyorum
Sarılıp sarmalanıyorum sıcaklığına
Bu çağa ait değil ki bu sevda yarınlarda
Öykünmüyor mesela hiçbir Leyla'ya Mecnun'a
Bilinmezi okuyor inadına

Pusulasız buldu beni haritasız
Aranmış bir sevda değil ki bu
Önce gözlerimiz buldu sonra ellerimiz
Parmaklarımız acemi
Gözlerimiz çıldırmaya meyilli
Bir şaşkınlık aldı beni lal oldum
Hiç bilmediğim bir lisanı konuşmak gibi dili
Feza değil ki bu sevda çok fena
Nasıl dökülmüyor bu yıldızlar başıma deyip
İmkansıza inanıyor bu imkansızlıkta

10 Temmuz 2009 Cuma

Vaka : Bölüm 1

Hiç ışık yoktu, derisinin altında sanki kıvılcımlar saçan bir tabaka vardı. Bu acıyla bağırmak istedi fakat tek bir kasını bile oynatamadı. Bir süre sonra kalbinin çok hızlı attığını hissetti ve korkuya kapıldı fakat bu korku çarpıntıyı daha da hızlandırdı.Acıları bir süre sonra hafifledi ve düşüyormuş gibi bir hissi duyumsayabilmesini sağladı.
Göz kapaklarına çarpan ışığın verdiği rahatsızlıkla uyandı, yatağında doğruldu.Vücudu çıplaktı ve ilk göze çarpan şey göğüsünün alt kısmından leğen kemiğine kadar olan kısmın vücudunun geri kalanıyla olan uyumsuzluğuydu. Bu bir vücut bozukluğu değil daha çok yapay bir değişime benziyordu. Fakat GH-1409-TL buna hiç aldırış etmedi. Ona böyle diyorum çünkü Gia Han'dan Tobb Lun gezegenine gelen 1409. vaka oydu.
GH-1409-TL bir jeologtu, burada yapacağı iş taş örnekleri toplayıp sınıflandıracak ve gezegenin oluşum süreciyle sonrasında geçirdiği evreleri tanımlayıp kuramsal biçimde raporlayacaktı. Kubbesinden dışarı çıkmadan önce atmosfer giysisini giydi. Arazi aracına binip ekrandan sıradaki bölgeyi işaretledi. Aslında örnek toplama işini robotlarından birinede yaptırabilirdi ama bugün biraz gezintiye çıkmak istemişti. Gezegenin yüzeyine sarı- yeşil rekler hakimdi. Önceden yaptığı incelemelerde sülfür, sülfürdioksit ve çeşitli silikatlardan oluşan yüzeyin bu şekilde gözükmesi akla uygundu. Son birkaç haftadır ilginç birşeyle karşılaşmamıştı gezegen gayet tekdüze gözüküyordu. Kendine ait bölgenin yüzey verilerini bir an önce toplayıp kabuğun altını incelemek için sondaj yapmak niyetindeydi, ona göre gezegenlerin tarihi ve en ilginç yerleri kabuğun altındaydı. Birkaç saat tekdüze belirlenmiş noktalardan örnekler topladı. Tobb Lun 'un sarı yıldızı batmak üzeryken sülfürdiyoksit yağmuru başladı.Şimdi yapılacak en iyi şey kubbeye geri dönmekti.
Kubbede robotları programlayıp raporuna birşeyler daha ekledi. Yatağına uzandı, ışığı kapattı. Gözü kapalı olduğu halde göz kapaklarının iç yüzünde dairesel şekiller belirmeye başladı, kırmızıydılar ve büyüyüp yok oluyorlardı. Sonra acıyı anımsadı, bağırma isteğini, kalp atışlarını, düştüğünü anımsadı. İçi sıkıldı, ışığı açtı. Ne zaman olmuştu bunlar rüyamıydı, fakat başka rüyasını da anımsamadı, hatta başka bir anısınıda. Hatırladığı tek bir insan yoktu. Herhalde hasta olmuştu. Belkide kubbede sızıntı vardı, belkide bir tür gezegen sendromu yaşıyordu. Yarın ilk iş detaylı analiz için çarmıha girmeyi planladı. Bu tip konularda hiç acele etmez, aslında çok umursamaz davranırdı. Bunun tabii sonuçlarına katlanacak gücü olduğundan değilde, koruyucu bir meleğinin olduğuna inandığından rahat bir uyku çekmek için pozisyonunu değiştirdi. Işığı kapattı. Fakat karanlık müthiş derecede rahatsızlık veriyordu, fiziksel bir etki olmamasına rağmen ciddi biçimde bir korku uyumasına engel oldu.

9 Temmuz 2009 Perşembe

Sessiz Çığlıklar

sessiz çığlıklar atıyorum
sessizliği kulağımı yırtıyor..

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Kızıl Umutlar

Sensiz geçen her günüm/Kocaman bir yalnızlık/Geceleri ağlayan gözler/
Bu gözler her sabah seni bekler/bıkmadan usanmadan bir gün geleceksin diye/
Günler geceler bitti/Umut hiç bitmedi/Belki boşa kurulan bir hayal bu/
Hiç olmayacak/Hiç gelmeyeceksin/Ama güzeli düşünmek/seni düşünmek
en güzeli/Bu saatlerde uyuyorsundur belki(05.06)/Bense düşünüyorum seni/
Birlikte dinlediğimiz şarkıları/Uzun zaman sonra ilk defa dinliyorum/
Sen uyuyorsun/Bense düşünüyorum/İşte benim en sevdiğim parça çalıyor/
"Benimle uçmak istermisin?.."/Ve işte bir gece daha şafağın sökmesiyle birlikte
sona eriyor/Yeni bir umut güneşin kızıllığıyla odama giriyor/Yoksa bu kızıllık...

Yavuz Çetin-Benimle Uçmak İster misin?

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Güneş Doğmalı Artık

gece olmuş bir vakit
her taraf karanlık
bir tek yıldızlar eksik
kan gölüne dönmüş kuru topraklar
ağlayan çocuklar
emzikleri eksik
oyun oynanan sahalarında
mayınlarla delik deşik
ne zaman bitecek bu gözyaşı
ne zaman bitecek bu kan sevdası
ağlayan çocuklar
kocalarını yitirmiş eşler
güneş doğmalı artık ...

Jose Padilla-A.Rahman: Mumbai Theme Tune dinlerken...

5 Temmuz 2009 Pazar

CAMIN ARDINDAKİ OROSPU

Kanatır geceler onu
Salya sümük abanırken tüm şehir
İçi kanar, incitilmiş kadınlığı kanar
İntihar eder gibi sevişirken
Acımaz kimse inleyişlerine
Çığlıklar atarken o
Sanki uçurumdan kendini atar

Onu kanatır geceler
Bıçağın ucunda bir hayat
Gülmek lazım gülmek zor zanaat
Yaşamak diyorlar en temel hak
Aman allahım ne bozuk ağzı var
İsyan ederken tanrısına
Ezan okunur güneş doğar

Kanatır geceyi o
Bileklerini doğrarken ağzındaki jiletle
Belki iki nefes esrara sarmıştır
Unutmak istediği çocukluğunu
Bilinmez okunmaz anlanmaz bir kadın işte
Yine de tezatlık bu ya
Yasaklarken tüm kitaplar orospuluğu
Kuyruklar oluşur kerhanede
Hepsi müslüman çocuğu

03 Kasım 06 03.57

2 Temmuz 2009 Perşembe

YALNIZ VE GÜNAHKAR

Saçlarımı nasıl tarasam
Daha çok beğenir insanlar
Ne giysem daha iyi gösterir beni
Yada çırılçıplak mı atsam kendimi sokağa
Saçlarıma dokunmadan
Kesmeden sakallarımı
Görürler mi içimdeki beni
Adem kadar şeffaf olsam

Nasıl bir iyilik yapsam
Daha çok sever tanrı beni
Hangi ibadet sağlar cennete girmemi
Yada günahkar mı beklesem ölümü
Ezan saatlerinde sevişip
Namaz bitince abdest alsam
Görür mü tanrı içimdeki iyiyi
Şeytan kadar orospu olsam

00.00

Bosver saatin bilmem kaçını
Güneş dün battı yarın doğacak
Hiç sayma tiktakları
Uymaz birbirine zamanın kalp atışları
Yalnız gecelerde bardaktaki sudur zaman dediğin
Sevgilinin göğsünü öperken
Şelale gibi kudurur boşluğa doğru
Sen git esir ol yine de
İradi taktığın kelepçeye
Vur zamanın kırbaçlarını kendine
Hep yetişmeye çalış
Onun gösterdiği kadrana
Akreple yelkovan senin için

28 Aralık 05

FABRİKASYON

Doğacaksın

Çığlıklar atarak
Annenin rahmimden yol açarak bedenine
Bir düşüp bir kalkacaksın
Öğrenirken yürümeyi
Dört yanı mutluluk odalarda

Büyüyeceksin

Sen daha doyamadan
Her nesnenin tadına bakmaya
Yasaklar başlayacak iyiliğin için
O sıcak elleme yanarsın
Gitme sakın oraya düşersin
Yapamazsın çocuğum başaramazsın

Büyüyeceksin

Pavlov'a dönüşecek
Seni dünyaya getirenler
Yaramazlık yapınca ceza
Ödül uslu durunca

Büyüyeceksin

Okumayı sayıları öğreneceksin okulda
Birde susmayı çiçek ol komutuyla
Herkeste aynı üniforma olacak
Zenginle fakir aynı olsun diye
Ama yine de hep saklayacak birileri
Yırtık ayakkabısını pantolonundaki yamayı

Öleceksin

Hiçbir boku sorgulamadan
Neden çocukken büyümeyi
Büyükken çocuk olmayı istediğini anlayamadan
Hiç bir iz bırakmadan

23 Ocak 06

HEP AYNI

Adını haritadan seç
Bir Anadolu şehri
Var git hatrını sor
Gez sokaklarını, caddelerini
Her yüksek tepenin adı Şahin Tepesi
Hepsinde vardır bir Çamlıca Mahallesi
Atatürk Bulvarı, Cumhuriyet Caddesi

Her kahvehanede ülkeyi kurtaran
Çoğu işsiz, çoğu emekli
Çayı veresiye içen insanlar
Bağırmaları aynı bisikletleri aynı
Her sabah simit satan çocuklar
Olmazsa olmazı istasyonların
Yastığı gazete, parkası yorgan evsizler

Her caddede kamufle eder
Yüksek katlı apartmanlar
Arkasındaki tek katlı yoksul evlerini
Eksik olmaz bu caddelerin yollarında sivilceler
Belediyenin yamadığı çıkıntılar
Unuttuğu girintiler

Kar yağdı mı kapanan yollarıyla
Seçim başına deşilip kanatılan bu şehirler
Hep aynı insanları aynı
Bir de sağın solun ortası değil
Ortanın sağı solu hiç değil
Açlıkla tokluğun ortası
Orta halli memurlar, işçiler aynı

15 Aralık 06 01,46

Kelimeler

kelimelerimle yeni bir dünya oluşturmaktı amacım
halbuki kelimelerim beni oluşturmuş
hepsi birer birer hapsetmiş beni dünyalarına
boşluktaki beyazlığa kara lekeler gibi

2 temmuz 1993

Sadece yanmış insan kokuyor odam,
Bugün sessiz kalmak istiyorum.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Hayat bir oyundur denildi bize. Öyle bir oyun ki elmayla başlayıp, sürgünle geldi yeryüzüne. Kuralları asırlardır değişsede değişmeyen tek kuralı eğlenmek oldu. Ama kim bilebilirdi bu eğlencenin tek taraflı olduğunu.

30 Haziran 2009 Salı

Lady Macbeth

Her yudum şaraptan önce ellerimi yıkadım
Ben hep kendimi kandırdım
Lady Macbeth’den beri kanlanan eller arınmaz
Ellerimi kesen ihtiyar berber, kana aldırmaz.

Burak Çakır
28.06.2009

Karaşının Ölümü


Beyaz bir kadın kanlar içinde
Saçları yapışmış
hepsi pislik içinde
On dakika önceki kadar
Umursamaz olsaydın
Belki de elim varmazdı
Beyaz sütler içindeki boynunu kesmeye
Ve o çok özendiğin karaşın saçların
sana göre hindistan cevizi
benim kusma sebebim
Boynundan sarkan o çok özendiğin karaşın saçların
Kanlar içinde

Burak Çakır
24.06.2009

fotoğraf : Eşref Kemal Kaya bkz: http://gedash.deviantart.com/

28 Haziran 2009 Pazar

Limon Ekşisi Çay Demi

kızdım
yırtıp attım buruşmuş kağıtları
duvara attım bardağı
kızdım sinirlendim
küfrettiğim duvara
senin ebeni diye başladım
oturup düşündüm ne ebesi
küçükken saklambaç oynarken
duvara ebe derdik
o muydu ebe
her ne düdükse işte...
sıcacık bir limonlu çay
bir rahatlama belirtisi
ben biraz önce ne diyordum ya
her neyse böyle iyi
limonun ekşisiyle
çayın demi
var mı daha ötesi...

Yorgun Erkek Kargalar

Bir çift erkek karga düzüştü önümde
Kadınlar için gagalanmaktan yorulmuş
Bir çift yobaz gördü onları
Onlar başka bulutlara uçtular
düzülmekten yorulmuş

24.06.2009

she loves him

yaşamak derken?

- yaşamak derken?
- umut etmek manasında.
- umut?
- düşün şimdi.. böyle ufak ufak bombalar yapıyosun. sadece kendin için, eğlenmek için. tam bitirdim derken hepsi elinde patlıyo. anladın mı?

ALBAYIN KIZI

iki saat önce sahneden inmiş bir oyuncu. son oyunu. rol arkadaşının, köşeyi dönmeden önceki son bakışı. uçaklara el sallayarak başlayan yolculuğun son durağı burası. boş bir oda.

uçaklara el sallayan çocuğun hikayesi bu. sıradan yani. sabahtan akşama kadar top peşinden koşan veletin içtiği ilk bira. tadı kötü. “bi daha içmem.” farkında olunmayan bir yalan. çocuğun dönüp dolaşıp geleceği yer belli. boş bir oda ve bir tabanca.

gezip tozmayı asıp, derse girmekten korkan öğrencilerden biri sadece. ya yakalanırsa? ya öğrenilirse derse girdiği? onu görmek için bu risk göze alınır mı? o da gezip tozmayı asmasa olmaz mı? peugeut marka, c plakalı, hiç kaza yapmayan cenaze araçlarının derse girenleri, cezalarını çekmeleri için götürdükleri yer de aynı. boş bir oda, bir tabanca ve bir adam.

tek yapacağı aşık olmaktı. ah be albayın kızı. niye ağladın? duvarları daha fazla ıslatmanın anlamı neydi? o şiirdeki kar yeterli değil miydi? ya şarkıdaki yağmur? bakışlarını sinsice takip eden sessizlik değil miydi zaten bu duvarlar? ah be albayın kızı. niye baktın öyle? derse girme diye uyarmadı mı seni kimse? niye sustun birden? o adam uyarmadı mı seni? öyle bakma demedi mi sana? şimdi bak geldiğin yere. boş bir oda, bir tabanca, bir adam ve bir kadın cesedi...

27 Haziran 2009 Cumartesi

UÇAN BALONLAR KİMSEYİ KORUYAMAZ YAĞMURDAN

İki adet dev gök gürültüsü duydum
Sesleri Bach’a karıştı
Bach bulutlara yankılandı
Aklıma geliverdi
En büyük fincanıma kahve yapmak
İki buçuk tatlı kaşığı kahve ve
Beşte dört oranında
Seksen santigrat derecede su
Beşte birini yağmura sakladım
Tavanı olmayan küçük ve güvercin boklu balkonumuza çıktım
Bir sandalyede bacak bacak üstüne attım
Giysilerimin rengi değişiyor

İlk kez yağmur suyuyla pişmiş
Koca bir fincan kahvenin
Hazzıyla üşüyorum
Yahut serin oldu biraz
Birisi görse ne düşünür diye soruyorum
Fincandan boşanırcasına yağan kanlı yağmurun altında
Saçı sakalı birbirine karışmış kahvesini içen bir adam
Ne önemi var sokağı izliyorum
Sağanak yağmurdan korkuyor insanlar ve karıncalar gibi kaçışıyorlar

Dört dakika içerisinde iki trafik kazası görüyorsanız
Şehrin merkezinde kirli bir evde oturuyorsunuz demektir
Yağmur azaldıkça kahvemde azalıyor
Yağmur azaldıkça daha çok ıslanıyorum
Yağmur azaldıkça zavallı korkaklar dışarı çıkıyorlar
Canavar uzaklaşıyor dışarı çıkıp yetişin işlerinize
Ey aciz insanlar
Elimde oturan karınca bile gülüyor halinize
“İnsan her gün içtiği sudan
Neden bu kadar korkar?” diye
Odamda Bach çığlık çığlığa piyano çalıyor ve karıncalarım raks ediyor

Yağmur dindikçe insanlar çoğalıyor
Yağmur dindikçe ben azalıyorum
Zaman bir bölü sekiz oranında yavaş ilerliyor, rica ettim tanrıdan
İçeri kaçasım geliyor
İçime
Keyfim kaçıyor
Kahvem epey azalmış zaten
Daha ne olsun
Tam o sırada
Azalan yağmurda yürüyen bir kız gözüme giriyor
Elinde dokuz adet uçan balon, rengarenk
On dakika içerisinde uçan balonla gezen bir kız görüyorsanız yirmi yaşlarında
Şehrin merkezindeki masaldan bir evde oturuyorsunuz demektir
Küçük de değil yirmili yaşlarında
Büyüklerde oyuncaklarla oynar aslında
Ve uçan balonları şemsiye gibi kullanıyor
Umarım imge peşindeki aklımın bir oyunudur
Yoksa elinde dokuz adet uçan balonla yağmurdan korunan bir kız görmek
Yirmili yaşlarda, küçükte değil
Çok da mantıklı bir gerçek değil
Sonbahar yağmurları gibi geceler boyu sürmüyor bu yaz yağmurları
Anasına sövüyorum bulutların
Ne olurdu biraz daha ıslatsalardı kahvemi
Daha yağmurun çarpmadığı bir ben’im vardı
Yirmi iki yaşında bir adam
Sırf o’nun adının anlamında yağmur geçiyor diye ıslanıyor
Donuna kadar sırılsıklam ıslanıyor
O kızın bilmediği tek şey hayatında
Uçan balonlar
Kimseyi koruyamaz yağmurdan

Burak Çakır
27.06.2009

26 Haziran 2009 Cuma

451

Ne çok kişi ölmüş
Telefon rehberimde
Karalamaktan yoruldum
Sonra rehberimi yaktım
Herkesi ben öldürdüm
Kanları buharlaştı
451 Fahrenheit derecede
Kağıtlar gibi kokuştular
Bütün dumanı içime çektim
Rehberimdeki tüm ölümlüleri
Bütün bronşlarıma tutundu
Yığınla insan

Burak Çakır
24.06.2009

Ağlama

görüyorum içindeki karanlığı
gözlerinde yanan nefreti
duyuyorum geceleri sessiz çığlıklarını
fark ediyorum kan akan gözyaşlarını

biliyorum artık bıktın
nefret kusuyorsun dünyaya
bu dünyanın gaddar insanlarına
acı ve ızdırap veriyorlar sana

ağlama ey güzel
sil göz yaşlarını
örtme ay ışını perdelerinle
bırak açık kalsın camın

rüzgarın serinliğini hisset loş odanda
ona dair ne varsa boş ver gitsin
çık balkona uzat ayaklarını
bırak kendini boşluğa

boşluktasın artık uçuyorsun
ayaklarında bir serinlik
belki kanı çekiliyor vücudunun,üşüyorsun
korkma sakın bir şeycik olmaz

bulutlardasın artık yüzüyorsun
kulaç atıyorsun koyu lacivert gökyüzünde
gece pembesi eşliğinde ayın
tanrını kutsanmış mağbedine uçuyorsun

23 Haziran 2009 Salı

Herşey Yolunda

Ağlamıyorum korkma.
Gözüme gece kaçtı sadece!

geçmişin gölgesinde yaşamak gelecek için bir şeyler yapacak olmanın emaresi gibi görülen dünden ayrı kalamamak.

geçmişin gölgesinde yaşamak gelecek için bir şeyler yapacak olmanın emaresi gibi görülen dünden ayrı kalamamak.



kurmaca sözler , filmer, şiirler hiçbiri içten ve samimi değil susun artık. kesin karanlığın dinginliğini bozmayı, kesin duru suyu bulandırmayı. başkalarının hayatlarına sahipmişçesine o hayatları anlatmaktan vazgeçin. ben bilmiyormuyum sanki neden böyle şiirler yazdığınızı ,bilmiyormuyum neden böyle filmler çektiğinizi.çok özeniyorsunuz değil mi o hayatlara. çok özeniyorsunuz istediğinizin elinizde olmasına. aslında istediğiniz bu da değil sadece insanların hayatlarıyla hisleriyle oynamak tek amacınız. aşık olduğunuz kadına sahip olduğunuzda ne olacak sanki. onu da terk edeceksiniz sırf başka insanları huzursuz etmek için şiir yazacaksınız arkasından.



hakaretler dizboyu öldürme içgüdüsüyle dolanıyoruz artık. birisi bize bir şey desin diye bakınıyoruz o anda gırtlaklayıvereceğiz.bize dik dik bakan birisini. hiç kanını akıtmadan hiç sesinin çıkmasına izin vermeden.ağzından salyasını akıtacağız sadece . gerilmiş sıkıca kapatılmış ağzındaki dişlerinin arasından akacak. kolları boşandığında artık bizim de içimizden ılık bir rüzgar esecek.midemiz bulanacak belki de kusacağız içtiğimiz şarapları.


antimatter lütfen dinleyiniz en azından saçma yazılar yazdırır.

Soluksuz

dinle beni
hayır hayır oku
hiç ara vermeden
noktalama işaretlerini
nokta
virgül ve diğerlerini
kelimeler arasına
cümlelerin sonuna koymadan
hiç nefes almadan oku
soluksuz
nefesin bittiği yere kadar
nefesin bittiğinde ise dur ve düşün
neler anlattım sana
bir düşün
aklına başka hiç bir şey girmesin
düşün
seni nasıl düşündüğümü düşün
hiç uyumadan
gözlerini hiç kırpmadan
uyumadan
sabaha kadar
güneş doğana kadar düşün
gözlerin kapandığında ise
bırak kendini boşluğa

sana geldiğim gibi uç
tut ellerimden
yetiş bana
gökyüzünün en derinliklerinde
bekler bulutların şatosu
bağır
haykır
çığlık at
söyle içindekilerini
sende söyle içindekilerini
bak ben söylüyorum
haykırıyorum sana
bağırıyorum boşluğa
"sonsuz karanlığımdaki kızıllıksın" diye
ya ben senin için neyim
söyle bağır haykır
gel ya da git...

22 Haziran 2009 Pazartesi

BİR DAMLA KAN İÇİN BİR ŞİŞE ŞARAP

Yazın ve ormanın ortasında yağan

Yağmurun ilk damlası elimde duran

Her şey kötüye giderken

Sırılsıklam ıslanmak

Toprağın kokusundan kusmak

Kafanı vurmak, dizini parçalamak, elini ısırmak

Hepsinden akan tek bir damla kan

Sevinçlere içilmeye söz verilmiş bir şişe şarap

Ama hayatında sevinç bulamayan ve her yeri kanayan adam

Ve gözyaşları gibi kuruyan kan

Deriniz gerginleşir demir kokusundan

Bütün vücuttan akan tek bir damla kan

Bir damla kana içilen bir şişe şarap

Şarabın yanında emilen kan ve ağız dolusu göz yaşı

Ve elimde yağmurun ilk damlası

Sormayın nasıl diye yakalamışım işte

Gökkuşağının başlangıcına varmıştım zamanın birinde

Belki hediyesidir bulutların

Ve inliyorum bakmak sadece bakmak değildir

Kimin yüreği kime değer belli değildir

Ve inliyorum kara yılan gibi

Kafanı çevir ve bakışlarını

Bir âdemi donduruyorsun

Donmak bana göre değil, evet eminim

Kanımı görmeliyim ölürken ki yaşadığıma inanayım

Elimde yağmurun ilk damlası

Çocuklar gibi ağlıyorum

Ki hiç sevmem yavru insanları

Dört yaşında kaybolmuş gibi ayda

Elimde yağmurun ilk damlası

Cebimde kanlı yara bantları

Hangi kaya açmış yaralarını?

Ve akan bir tek damla kan

Ve emiyorum gece gibi güzel dudaklarını

Yol diyorsun hatta yollar

İnine inemem gece yarıları evim çok uzakta

Ve birinci şarkıdaki fahişe gibi

“Elveda beni sevmiş olan sana!”* diyorsun

Yazan : Burak Çakır

Malzemeler : Bir çift kocaman göz (aşık olmak için), bir şişe şarap (uyuyabilmek için), bir tutam kan (yaşadığıma inanmak için), iki göz pınarı kuratacak göz yaşı (nefessiz kalmak için)



*Comte de Lautréamont – Maldoror’un Şarkıları – Birinci Şarkı

19 Haziran 2009 Cuma

Deniz

Kara bulutlar toplanmaya başlayıp güneşin önünü kapadığında başlar denizin huysuzluğu. Bazen bir gün, bazen günlerce, bazense haftalarca sürer.. Ve en sonunda bir fırtına kopar. Ufuk sınırı denilen hududun aşıldığı, dalgaların kendilerini oluşturan tüm canlıların güzelliklerini örtüp, neşelerini sınırlandıran bulutları dağıtmak istercesine gökyüzüne yükseldikleri bir fırtına. Son. Sonra... sessizlik... ve yeniden huzur.

Bedenime hücum eden acıyı burada bile dile getiremiyorum. Acaba duvarların alçalması şimdi ne kadar sürecek? Acaba hep etrafımda olucaklar mı böyle? Ne zaman bu fırtına sona erecek? Insanların düşündüğü kadar güçlü ve dik durmayı başarabilecek miyim yeniden? Insan vücudundaki en büyük mucize nedir? Insanların yaşadıkları acı ve sıkıntılara rağmen atmaya devam eden, her incindiğinde inzivaya çekilip, bu süre içerisinde dahi kendi payına düşeni yapan, sonra biraz daha güçlenerek ve olgunlaşarak toparlanan, gerçekten kırılmasa bile acısı en çok canımızı yakan kalp olabilir mi bu mucize? Peki kalp kaç kez kırılabilir? Aynı anda hem kırılgan hem de güçlü olma niteliklerinin kalbe verilmesi, evreni oluşturan ironinin bir parçası mıdır? Eğer insanlara katlanabileceklerinden çok acı bahşedilmiyorsa, tek suçu güçlü olmalarımı bu acıyı yaşamak zorunda kalanların, yoksa onlardan istenen daha farklı bir şey mi var? Eğer insan gerçekten yaşayan bir varlıksa, ömrü hesaplanırken aslında aynı dili konuşan ama aralarındaki ufuk çizgisi aşıldığı için bir türlü aynı doğru üzerinde buluşamayan ruh ve bedenin ayrı geçirdiği zaman hesaba neden katılmaz? Katılmamasının sebebi varoluş mantığının da ayrılık gibi verilmekten korkulan cevaplardan mı oluşması yoksa yeniden dinginliğe ulaşıldığında hissedilen duygunun bu zamanı telafi edebilecek olmasından mıdır? Eğer gerçekten ying & yang varsa, tamamlanmayı evrendeki insanların sadece bir kısmı mı hakeder? Eğer öyle değilse neden evrende insanların, uyumsuz olmasına rağmen uyumluymuş gibi görünen puzzle parçaları gibi bir araya gelmelerini engelleyen bir yasa yok? Eğer göz gerçekten görmeye yarıyorsa, neden “bakmak” denilen ikinci bir sözcük ortaya çıkmış ve neden göz sürekli “görmek” yerine “bakmak” eylemini gerçekleştiriyor? Çevremizi saran küçük mucizeler gözden kaçırılıdığında, doğruları götüren yanlışlar oluyorsa, neden küçük olarak adlandırılıyorlar?

Canım neden bu kadar çok yanıyor? Sanırım İclal Aydın’ın da dediği gibi, kulağuma yalan kaçtı...

9 Haziran 2009 Salı

Yoktur aşk diye bir din

'aşk'
şiire adınla başlıyorum
besmele yerine
ve sana ait ne varsa
ibadetim sayıyorum..

hiçbir dilde anlatabilmek mümkün değilken seni
kelimeler düşünüyorum mısralarına
yorulan beynim sanıyorum
adının yorgunluğu aklıma bile gelmiyor
kahvemi yudumluyor ve susuyorum
suskunluğumu ruhumun derinliklerine hapsediyorum..

ödünç sıfatlar alıyorum bildiğim,bilmediğim tüm dillerden
gözlerini anlatmak için.
isminin sonuna eklediğim iyelik eki,
seni bana ait kılar mı bilinmez ama
umutsuz zamanlara doğru
kaygısızca uzanmış
cok uzaklardaki bir özlemdir bu
Türkçe'ye ihanet etmiyorum,vazgeçmiyorum..

yüreğimin bayramıdır gülüşün
belki de bayramlar ondan bu kadar anlamsız gelmektedir bana
ve 'eşşiz' sıfatının gülüşünü anlatmada yetersiz kalmasında
benim suçum yoktur
özgürlük çok uzaktadır sen yanımdayken
gülüşünün esiriyken ne mümkün özgür kalabilmek
'aşk'
adını anmak güzel
bu şiir de bile olsa
ki bile kelimesinin gereksizliği
kendini gösterecektir elbette

her zaman akla gelir aşk
her şarkıda,her filmde
belki
bir yağmurda
'seni seviyorum' her dilde söylenebilir
hangi dilde söylenildiğinin önemi yokken
adını anlatır çünkü
hangi coğrafyada söylenirse söylensin
adın 'aşk'tır senin
yoktur aşk diye bir din!
artık..



Samet Eryıldız

16.05.2009 Ankara

7 Haziran 2009 Pazar

Eskişehir-Kütahya 1

Bir gecede tam 400 km yol almıştık. Gözümden uyku akmaya başlamıştı hissediyordum bunu.fakat bir türlü engel olamıyordum. Ilık bir esinti sanki ağzımdan geçip tüm sistemimi dolaştıktan sonra tekrar ağzımdan geri çıkıyordu. Esediğimin bile farkında değildim. Sırtımdan aşağı doğru süzülen teri hissedebiliyordum. Kıçım koltuğa yapışmıştı. Artık ön cam böcek ölülerinden bir katmanla örtülmüştü. Bunu dert etmiyordum önümü görebiliyordum çünkü hala.
Sağ taraftaki tekerleklerin mıcıra girmesiyle araba savrulmaya başladı. O anda bütün uykum kaçtı gecennin en karanlık anı olan şafaktan az önceki andı sanki her yer aydınlandı. Ufuk kızıllığına bembeyaz bir ışıkla büründü. O hızla arabanın mıcıra girmiş olmasına rahmen hiç bir sarsıntı duymuyordum. Arka koltukta uyumakta olan oğlum ve kızıma baktım. Hiç bi r şeyden haberdar olmamış gibi burunlarını çeke çeke uyumaya devam ediyrlardı. Üzerlerindeki battaniye yere sarkmış ve sıtı açılmıştı oğlumun.
Ve tekrar her şey eski haline geri döndü. Ufuk kızıllaşmış ve güneşin ilk ışınları görünmeye başlamıştı. Ne olduğunun farkına avramadım bile sanki o an bir ömür boyu sürdü o parlaklık o büyüleyici güzellik. Aynı sarsıntıyla mıcırdan çıkarak yola girdik. Kızım uyandı ve etrafına bakınmaya başladı bir şey arar gibi. Seslendim ama cevap vermedi. Ayaklarının dibinde duran simsiyah gözleri ışıkta parıldayan beyaz renkli peluş köpeğini aldı eline. Köpeğine sarılarak uyumaya devam etti.
Bütün bu olan biteni sadece ben mi gördüm. Yoksa aklım bana oyun mu oynamaya başladı deliriyormuydum. O muhteşem rahatlama hissi içimde duruyordu hala. Bütün damarlarımda hissediyordum o anı. Sırtımdan dökülen terlerden hiç bir iz kalmamıştı. Kıçımı artık koltuğa yapışmış hissetmiyordum. Cam bile sanki temizlenmişti. Ruhum az önce ibadet etmişçesine huzurluydu.
Kütahyadan Eskişehire doğru döndükten sonra sol tarafta kemal kükrer sirke fabrikasını görürsünüz daha sonra aşağı kartal köyünü geçersiniz ve bir rampayı tırmanırsınız. O rampadan sonra biraz düzelir yol ve az da yükselirsiniz işte tam o anda Eskişehir ilk görüntüsünü verir size. İlk defa o anda göz kırpar. Hele akşam geliyorsanız şehrin her tarafına yayılmış sokak lambaları karşılar sizi gece karanlığında. Aslında içinizde her yer aydınlanmıştır her heri bembeyaz bir ışık kaplamıştır. Daha sonra Kızılinler dönüşüne geldiğinizde yol o kadar güzelleşir ki hiç bir ses ve hiç bir sarsıntı hissetmezsiniz artık yoldan kaynaklanan. Uyuyor bile olsanız uyanırsınız o sesizlikten. Artık eskişehire geldiğinizi hissedersiniz. Daha sonra orman fidanlığı gelir orada da orta refüjde cadde aydınlatmaları için dikilmiş lamba diraklerinin ışıklarını görürsünüz. Artık ufuk sararmıştır güneşin ilk ışınları yükselmiştir. İçinizde az önce ibadet etmişçesine bir huzur bulursunuz. Yola devam ettiğinizde Ankara Bursa yol ayrımına gelirsiniz ve Ankaraya doğru dönersiniz. Biraz ilerlediğinizde bir köprünün altından geçersiniz. Tramvayın çalışma saatlerinde denk gelirseniz ve de şanlıysanız altında geçtiğiniz köprünün üzerinden geçen tramvayın sesini duyabilirsiniz. Ve artık en önemli yere gelmişsinizdir Anadolu Üniversitesi işte orda inersiniz arabadan ve on dakika yürüyerek benim evime gelirsiniz. Ve hala şanslıysanız evimde kuru kayısıdan yapılmış hoşafın tadına bakarsınız soğukken mükemmel olur.
Bana en çok sevdiğin şey nedir diye sorarsanız işte bu yolculuktan sonra evime vardığımda. İlk annemin eline öpmek ve yeni hazırlanmış ardında da soğutulmuş buz gibi kayısı hoşafını içmektir diyeceğimden emin olabilrisiniz. Umarım ben 40 yaşında annemin hala küçük yavrusuken ve bu yolları geçtikten sonra gelip annemin elini öpüp tekrar o kayısı hoşafını içebilirim.
Darısı sizin başınıza. İsterseniz benimle bu yolculuğun tadını çıkarıp ardından da o kayısı hoşafını kana kana içersiniz. Karar sizin ben davet ettim.

Gitar Gecesi (Kingo Disco)


Batuhan Mutlugil, her ne kadar “Zuman” grubu gibi “basit” bir grupta yer alan yetenekli fakat bu yeteneğini gösterme zahmetinde bulunmayan bir oğlu olsa da,

Akın Eldes, memleketin en başarılı jazz gitaristlerinden biri olmasına rağmen “ basit” bir grup olan “Zinhani” ile müziğini basitleştirse de,

Cem Köksal, çok başarılı bir gitar virtüözü olmasına rağmen “Evlerinin önü boyalı zıbıdılar” gibi (Zöykü-Zerg) basit ve hatta gitarı tutmasını bilmeden flemenko yapan bir ikiliyle ile müzik-klip çalışmaları yapsa da,

Serdar Öztop (sadece kendi),

Metin Türkcan (sadece kendi),

Tuncer Tunceli, Zaga Band’ın başarılı gitaristi (Band’I ile birlikte)

Gecede yer almayan çok mühim gitaristimiz Sarp Maden (Quartet Muartet dön gari) ve Demir Demirkan (arada Eurovision),

Ve Okan Bayülgenin “Kingo Disko” programında bütün bu gitaristlerden önce, klibiyle yer verilen, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli gitaristi Yavuz Çetin (sadece kendi) (işte Yavuz Çetin sen intihar ettin, memleketi Zergler -ihtiyar bilgisayar tutkunları bilir “Starcraft”ın yaratıklarıdır, hala anlamayan öküzler için Öykü-Berk kardeşlerin Berk’inden bahsediyorum- istila etti),

Bu geceki Okan Bayülgenin “Kingo Disko” programında yaptıkları “Gitar Gecesi” için teşekkürler. Keşke, Zöykü geceye sıçmasaydı. Ama napalım, insanın kakası gelince götünü durdurmak zor. He Okan’da suç yok mu? “Niye Zöykü ile Zerg’i çağırdı?” diye de sorarlar adama. Muhtemelen diğerlerini kimse tanımıyor da ondan diyecektir.

Para kaygısı yaşamadan, çok daha başarılı işlere atılabilmesini umduğum bütün gitaristlerimize sonsuz saygılarımla…(5 riffle flemanko yaptığını sanan adamların piyasaya küssün lütfen)

KUYU FANZİN 10. AYI İNCELEME YAZISI

Geçen gün düşündüğüm Kuyu Fanzin iç değerlendirmesini Ozan’ın 4 Haziran 2009 tarihli mükemmel performansını gördükten sonra yazmaya karar verdim. Şimdi çeşitli sorular sorabilirsiniz. Misal niye böyle bir şey yazma gereği duydum, buna hakkım var mı, böyle eleştirebilecek birikimim var mı gibi sorulara cevap vermek isterim. Ne kadar geveze bir adam olduğumu bilen bilir. Yazı da uzun oldu biraz. Bütün işleri gözden geçirip bu yazıyı yazmam neredeyse 4 saatimi aldı. Sadece bu vakte saygı duyup, okuyup, yorumlarınızı, doğruları, yanlışları, eksikleri, fazlaları yazıya eklerseniz gözümsünüz.

Bu yazıyı yazma sebebim 6 Ağustos 2008’de açtığımız bu sanal fanzinin açıldığı 10 ay olmuş. Bu 10 ayda neler olmuş buna kısaca değinmek. Buna hakkım var mı? Tabi ki var, hepimizin var. Yazarları eleştirecek birikimim var mı? Bilmiyorum ama en azından deneyelim. Sonuçta hemen hemen birbirini tanıyan insanlarız. Birbirimizi eleştirebilmeliyiz. Bu eleştirilerden sonra küsenler olur, fanzini terk edenler olur, gelip beni dövenler bile olabilir. Olsun (Dövmeyin ama küsmek serbest). Amacım çok naif. Sadece kafamdakileri, birlikte yazı yazdığım arkadaşlarımla ve burayı okuyan 2-3 insanla paylaşmak.

Az biraz istatistik vereyim. 9 yazarımız var. Bunlardan Barış, Paranoya, Aigina hiçbir iş yayınlamamış. He şimdi ben bu arkadaşlarımın hiçbir şey yapmadığını bilsem içim yanmayacak. Sadece biraz çekiniyorlar galiba. Neyse kişi analizlerine döneceğim. Diğer 6 yazar az çok bir şeyler eklemişler fanzine. 10 ayda 80 civarında iş gelmiş buraya. Ağırlıklı olarak şiir, sonrasında düzyazı ve fotoğraf vs. Bu işleri alt alta koyunca 45 sayfa ediyor (A4 sayfası). Yani biz A5 boyutunda bir fanzin çıkarsaydık 120 sayfayı geçebilecek materyal biriktirmişiz. Hatta 12 sayfalık olduğunu düşünürsek 1 fanzinin yaklaşık 10 sayı çıkarmış kadar olmuşuz. Yani her ay 1 sayı. Açılışını “GELİYORUZZZ Gibi Bir İddiamız Yok “ olarak yapan bir topluluk için gayet güzel rakamlar. Şimdi Ozan okuyorsa ( görüp okumamak gibi bir alışkanlığı vardır :) “Madem bu kadar memnunsun rakamlardan niye her seferinde on saat fanzin şöyle çalışmıyo böyle tembeliz öyle malız diye niye kendini paralıyorsun?” diyebilir. İşte tam burada şunu demek isterim. Bu rakamlar güzel falan değil aslında kendimizi kandırmayalım. Daha fazla rakamla olasılık hesabına girmek istemiyorum ama her birimiz düzenli olarak bir şeyler yapsak bunu 10’da katlarız. İşte bu noktada çeşitli bahanelerle örülmüş tembelliğimize yenik düşüyoruz. Hep birlikte tembellik içinde yüzüyoruz. Birikmiyoruz, biriktirmiyoruz, paylaşmıyoruz, çalışmıyoruz, okumuyoruz, uğraşmıyoruz, üretmiyoruz… Sıkıntı budur. Bu siteyi açmamın, sizi her gördüğümde üretkenlik konusunda sıkıştırmamın, eleştirmemin, kızmamın sebebi budur. Yapabileceğini bildiğim çok az sayıda insanın bir şeyler yapmasını teşvik etmek, üretmesine katkıda bulunmak, böylece daha çok üretebilmesini sağlamak. Beni kimse para verip görevlendirmedi; şu gençleri derle, topla, üretken olmalarını sağla, fanzin çıkar vs. Ben sadece böyle şeylerle uğraşan ve yapabileceğine inandığım çok az kişiyle bir şeyler yapmanın peşindeyim. Memleket mühendisten, ekonomistten, doktordan, öğretmenden geçilmiyor. Hali hazırda zaten hepimiz üniversite eğitimi alan insanlarız. Ama ileride sanatçı olabilecek kadar donanımlı insanlar olabiliriz. Birbirimizin şiir kitaplarını, romanlarını, fotoğraf sergilerini, sinema filmlerini tadabiliriz. Emin olun bunlar insana apayrı hazlar verir. Hepimiz bu günleri hatırlarız, birbirimize verdiğimiz desteği, duyarlılığı, arkadaşlığı hatırlarız. Uğraştığımız geceleri, okuduğumuz kitapları, izlediğimiz filmleri hatırlarız. Bunların sayesinde o günlere gelebiliriz. O günlere gelince kıymetini biliriz. Tamam sakin, şimdi eleştiri kısmına geçiyoruz.

Kendimden başlayım. Ben “kuyu”. Çok süper fotoğraflar çekerim, acayip güzel yazılar yazarım, mükemmel şiirlerim vardır diyebilirim. Yok en azından burada demem. Normalde yüzünüze söylerim biliyorsunuz. Ben nereden bileyim beni eleştirme kısmını da siz yapıverin.

İlk kurbanımız Gürkan İşsevenler. Neden ilk Gürkan? Çünkü en aktif yazarlardandır kendisi. Fanzinde şiir kısmı ağır basar ama fotoğrafları da vardır. Fotoğrafın daha çok başındadır. Zaten şiir kadar üstüne düşmemektedir fotoğraf olayının. Şiirlerine bakacak olursak aşk adamıdır kendisi. Romantik şiirlerinde bazen öfke, bazen gerçeklik bazen hayaller ön plana çıkar. Şiirlerinde baskın olarak (eskiden daha çok artık azaldı) müzisyen Murat Yılmazyıldırım’ın üslubu hâkimdir. Yani nedir? Aşk çevresinde “büyü, peri” gibi imgelerin dolanmasıyla oluşur. Bilen bilir çok da severim Murat Yılmazyıldırım’ı. Ancak ben onu aradığımda şarkılarını dinleyerek doyum sağlıyorum.

Gürkan’ın şiirlerindeki en büyük sorun çok az kelimeye sahip olmasıdır. Yani kelime dağarcığı çok geniş olmaması, okuyucuyu doyurmamaktadır. Tabi ki “sadelik” şeklinde savunulabilinir fakat uzun zamandır şiir yazan biri için artık çok daha fazla kelime çeşidiyle bizlere ulaşması daha güzel olabilir. Bu da kesinlikle çok ve çeşitli okumayı gerektirmektedir. Ne kadar çok şair okunursa, “şair”in gelişimine o kadar katkısı olur.

Gürkan’ın güzelliği ise çok çalışmasıdır. Yani çok yazar. Bol bol yazar. Birçok sanatçının da dediği gibi sanat %30 yetenek %70 emektir, çalışmaktır. Kimseye yeteneksiz demiyorum sadece çok çalışmakta her zaman sonuç getirmiyor. Pişmek için okumak şart.

4 Haziran 2009’da ortalama üçer dakika arayla siteye koyduğu kısa öyküleri için kıymetli arkadaşım Ozan’a teşekkürü bir borç bilirim. “Ben yazı yazamıyorum” diyerek bunları yazıyor. Bunu mütevazılığından söylese neyse, gerçekten öyle olduğunu sanıyor (o olsa “sanırsam” derdi). Zaten bu adam böyledir. Hiç yazı veya fotoğraf koymaz koymaz, bir gün fanzini açar bir bakarım Ozan giriş sayfasını doldurmuş.
Bu adamın 3 temel sıkıntısı vardır.
Birincisi yazım hataları. Tamam, ben anlıyorum orada ne demek istediğini ama okumakta güçlük çektiğim oluyor ya da bir virgülün ne kadar anlam değiştirdiğini de daha önce kendisiyle tartıştık.
İkincisi yazılarının başlığı yok ya da “ssdhdfc” gibi klavyeden bir hışımla çıkardığı harflerden oluşan başlıkları. Tamam başlıksız olsun ama ne biliyim rakamla, harfle bir numaralandırma geliştirirse çok faydalı olabilir. İlerde yazılarının sayısı artınca çok sıkıntı olacak. Misal bir sürü yazı koymuş üst üste ben şimdi şu yazıda şunu beğendim diyeceğim fakat diyemiyorum. Onun yerine ilk cümlesini falan yazmam gerekir ki insanlar neden bahsettiğimi anlasın. Hatta konuyla ilgili bir anı bile vardır fanzinimizde:

“Gürkan İşsevenler dedi ki...
‘bir de yazılarına bir başlık bulsan çok güzel olacak hem görüntü bakımından hem de okuyucuya önceden bilgi sağlaması açısından...’ 31 Ocak 2009

ozan dedi ki...
‘sevmiyorum başlık olayını fotoğraflarıma da isim veremiyorum’ 31 Ocak 2009”

Tamam Ozan zorlamaya çalışmıyoruz. Canın nasıl isterse öyle yap ama hakikaten ileride zorlanacak olan sensin söyleyelim şimdiden.
Üçüncü ve belki de en büyük sıkıntısı kendisinin yazmaya kabiliyeti olmadığını sanmasıdır. Hatta sık sık “sanırsam” der. Halbuki adam yazı yazıyor, çok da güzel yazıyor. Şimdi Sabit Hoca olsa “ En büyük hatamız, birbirimizin sırtını sıvazlamamızdır.” der. Ancak doğru değildir. Bazen sırt sıvazlanmalıdır. Bazen sırtın sıvazlanmaya ihtiyacı yoktur. Ozan günlük hayatta okumaları, sevdiği müzikleri, izlediği filmlerin çeşitliliğini yazılarına aktarabilen bir adam olduğunu göstermiştir. Paris’den Ortaköy’e geçer, barlardan evine, Adem’den çıkar Hölderlin’e uğrar bir soluklanır ve Nietzsche’ye misafir olur. İşte çeşitlilik güzel bir kafadan lezzetli bir çorba halinde ortaya çıkabilir. Ama Ozan’a sorsanız hala “Ya bana şu konuda bir şeyler yaz de hayatta yazamam” der ve ciddidir.

Samet, geleceğin edebiyat öğretmenidir. Fanzinde çok daha fazla yer almasını istediğim isimdir. Ancak onda da kendine güvensizlik hakimdir. Çokça şiiri kül olmuş, yırtılmış atılmış, utanç duyulduğu gerekçesiyle ortaya çıkarılmamıştır. Aynı odada bir yıl vakit geçirdiğim bu kadim arkadaşım, çok okuyan, yeniliklere açık bir adamdır. Kendini ağırdan satar.

Emrah Aydoğdu, şiir için yaşayan adamdır. Odasında Ahmet Arif’le, Ömer Hayyam ile yaşar. Kelime kullanımı zengindir. Etkileyici bir üsluba sahiptir. Ne kadar üretir tam bilmiyorum ama bizlerle çok az paylaşır. Şiirlerini okuyunca dudaklarda, kulaklarda bir tat oluşur, yüreğimiz kıpırdar. Gelecek vaat eder bu adam vesselam.

Lanetli Rapunzel, fanzine sonradan katılmış, yaş olarak en küçük olmasına rağmen, “bu kelime ne ola ki?” dedirtebilecek kelime haznesine sahiptir. Sınavlardan mıdır bilinmez, ara vermiştir şiirlerine. Şiirinde genellikle aşk hâkimdir. Şiirleri tutarsızdır. Yani bazıları şaşırtırken bazıları çok “basit” kalır.

Barış inanılmaz sessiz kişiliğini fanzine de yansıtır. İçindeki fikirleri (özellikle siyasi fikirlerini) kendine saklar. Ya da paylaşmayı sevmez.

Paranoya ileride roman yazarı olabilecek tek arkadaşımdır. Kısa öyküleri sevmez bu yüzden uzun karakter oluşumlarına girer ve fakat çıkamaz. Çünkü bu yol çok çetindir. Karakter oluştururken o kadar çok titizlenir ki karakter sonunda aynı ömrünü tamamlamış dev bir yıldız gibi kendi üzerine çöker ve kara delik halini alır. Karakterden kara delik oluşunca Paranoya’nında hevesi bu kara delik tarafından yutulur. 3-5 sene önce yazdığı yazılar, ifadeleri, kelime kullanımları, olay örgüleri bakımından çok etkileyici idi. Ancak bu bencil kişi yazılarını biz kullardan esirgemekte böylece beni delirtmektedir.

Aigina eski bir fanzincidir, sanat tarihçisidir, bana uzun uzun akımları, dönemleri anlatır. Benim “ya bu anlattıklarını fanzine koysana hepimiz öğrenelim” demem üzerine katılmıştır. Ama fiili bir katılımda bulunmamıştır. Okuluyla uğraştığını bildiğim için alttan almaktayım beri yandan kızarım, bıyıklarımı titretirim.

Yapabileceğim naçizane yorumlar bunlardır. Belirttiğim üzere benimle fikirlerinizi paylaşın, kavga edin, benim eksiklerimi söyleyin, küsün yahut küsmeyin. Fakat sessiz kalmayın. Ne kadar çok konuşursak o kadar gelişiriz , geliştiririz.

Lütfen artık kimse yazı yazamıyorum veya yazdıklarımı beğenmiyorum o yüzden hepsini yırtıp atıyorum diye bir şey söylemesin. Uğraştığımız şey sanat, uğraştığımız şey dünya, uğraştığımız 3000 yıllık geçmişin 20 yılı. Tabi ki evrende kum tanesiyiz. Tabi ki evren çok büyük. Ama bu hiçbir etkimiz, yetkimiz, yeteneğimiz olmadığı anlamına gelmiyor. Yaparak, çizerek, silerek öğreneceğiz. Ama bu “birikme” ve “bana ilham perileri gelince yazıyorum yoksa hayatta kalemi elime almam, alsam da yazdığım çok eğreti olur, çektiğim fotoğraf içime sinmez…” lafları arttıkça o ilham perileri gelmez oluyor, o birikme bitmez oluyor. Sanki hepimize 10 yıl verseler bütün kitapları okuyup, bütün filmleri izleyip, bütün tarihi öğreneceğiz. Adamlar bunu 3000 yılda yapmışlar. Yani bunlar geçiştirmeden başka bir şey değildir kanımca. Tabi ki her gün bir “sanatsal üretim” beklemek abest olur. Ama bizler yaydıkça o periler hiç gelmiyor. Bana geliyorlardı, bir kere ben çıplakken geldiler ve hemen gittiler sonraları çok bekledim kendilerini pek göremedim. O yüzden perilerden ve bütün sihirli şeylerden umudumu kestim ve kalemi elime aldım. Zira kalem o götü boklu perilerin değil sizin elinizde.

Bu evrende sanat adına, toplumu adına, kendi ve ailesi adına bir şeylerle uğraşan ve ortaya bir eser koyabilen bütün yüreklere sonsuz şükranlarımla.

Kuyu

4 Haziran 2009 Perşembe

O güneş battı artık verilen son şans ve bitmeyen son şanslar. batmayan güneşler, erişilemeyen ufuklar kadar uzak her şey. gereksiz laflar ve boş hayaller var cebimizde. bozuk paralardan başka simit susamları onları da tekrar dönebilmek için yollara dökmüş her adımımız. yırtık ceplerimizden güvercinler yemiş hepsini geri baktığımızda. Dönemeyiz de artık, gidemeyiz de. iki kapılı hanın kapısında takılı kaldık. galiba yasak bir şey var üzerimizde. ağzımızdaki alkolün kokusunu duydular herhal, başka ne olacak? hak mı yedik? altın kapılı sırça köşküne giremedik. bulutlara kadar çıkamamışsız sanırım. biraz daha içmeliyiz, yol kolay. İstanbul’da boğaz kıyısı olsun mümkünse, Ortaköy. Oradan senin yanına gelmek daha kolay.
Ve uçak havalandı ilk defa bu kadar heyecanlandım içimi hiç bir şey bu kadar kabartmamıştı doğru tabir buysa sanki midem ağzımdan dışarı çıkacak gibi oldu. Hiç bu kadar yükseğe çıkmamıştım en fazla pek çok kişiye yüksek gelen artık benim alışık olduğum 9 katlı binanın 7. Katındaki evimdi.
Hiç düşünmeden eşyalarımı toplayıp evden çıktım çok sıkıntılı br gündü anlamadım ben de ne yapmaya çalıştığımı. Birden elim valize gitti ve valizi doldurmaya başladım. Ancak Zelihanın yanına vardığımda duş almak isteyince fark ettim sadece gömlek aldığımı yanıma hepsi de beyaz gömlekler.
Oradan giyecek bir şeyler aldım artık. Paris’te hatırladığımdan daha iyi pantolon yapıyorlarmış. Zeliha’yla hiç konuşmadık neden gelmediğimi ben de anlatmadım o da sormadı zaten. Bu da iyi oldu benim için. Daha üzerimden ilk şoku atamamış hissediyorum kendimi.bi kaç sadece gezdik dolaştık barlara gittil hatta bir gün seviştik bile.beni mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yaptı Zeliha. Fakat ben olanları anlatmammak için elimden gelen çabayı gösteriyordum.
Bir akşam çok sarhoş olduk birden ağlamaya başladım hıçkıraklar içinde salya sümük . hiç bu kadar ağlamamıştım. Zeliha beni öpiyor gözlerimi siliyor ben gittikçe daha çok ağlıyorum.sonra bir dikişte kadehimde kalan son şarabı yuttum. Ve anlatmaya başladım.
Kafeler geziler fotoğraflar kızlar erkekler barlar oyunlar oynananlar... gidilebilecek yerlere gitmek varken gidememek ve hiç istemden dünaynın öbür ucuna gidebilmek. Gerçeklere pervasızca tunabilmek fakat gerçekliğinden de şüphe edebilmek.bazen sayıların herşeyin açıklayıcısı olduğuna inanmak. Bir pazar günü ailenle kahvatı etmek. yapılabilecek şeyler gidilebilecek yerler gibi hepsi. Belki de gerçekten yapılamayacak olasılığı.
Hayatın başlangıcı aslında korku verici. Yıldırımlarmış şimşekelrmiş suymuş, ya da ademle havaymış. Adem havvasız kalamamış havva ise admsiz kalamamış. Belki üç gün ayrı kalmışlar belki 5 gün. Geçememiş bu kadar vakit adem havvasına koşmuş havva ademine. Söylenen bu ben demiyorum.
Kalp atışları yavaşlamıştı. Artık sadece dakikada bir aldığı soluğun sesi duyulabiliyordu. Karısı ve sevgilisi başında onun için ağlıyorudu.
Yatağında bu halde yatarken hayatı gerçekten bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti ve bu film tam ortasında durdu. Kalbi atmaz oldu. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Belli ki gözünün önündeki son sahne gerçekten çok güzeldi.
İlk karısı fark etti öldüğünü bir sessizlik kapladı otrtalığı. Sevigilisi ve karısı anlam veremeden birbirlerine sarıldılar. Sonuçta 30 yıllık karısı ve ölümünden sadece 3 ay önce tanıştığı sevgilisiydi. Fakat bu 3 ayda çok şey yaşamışlardı ikisi.
Kanser hastalığına yakalandıktan sonra tanışmışlardı Christian ve Adam. Hastanede onkolji bölümünde hemşirelik yapıyordu Christian. Güzel ve alımlı sayılabilecek birisi değildi nedeni bilinmeyen bi çekiciliği vardı sadece. Diğer hemşirelere göre daha yakın davranıyordu hastalatalara. Ama Adam’ a geldiğinde daha bi sıcaktı. Çocukluğunda karşı komşularının evinde yaşayan ve adını hatırlayamadığı bi delikanlı vardı ona benzetiyordu Adam’ı. O yıllarda karşı komşusunda yaşayan bu delikanlının çok yardımları dokunmuştu Christian’a.
Hatta bir seferinde annesiyle büyük bir kavga etmişlerdi ve annesiyle arasını bu delikanlı düzeltmişti. Adam’ a olan yakınlığı karşı komşusuyla olan bu hatıraları neden olmuştu. Ne de olsa bir kanser hastasıydı ve de görünen o ki sayılı günü kalmıştı. Fakat atladığı bir şey vardı karşı komşuları olan o delikanlıya o zamanlar aşıktı ve gün geçmeden de Adam’a da aşık olmuştu.
Hiç karşılaşmak istemediği halde o gün karşılaştılar Adam’ın karısı ve de Christian. Hiç de tahmin ettikleri gibi olmadı bu karşılaşma. İkis de birbilerinin farkındaydılar fakat ölüm bu durumda olan iki insanı bu kadar yakınlaştırabilirdi. Bu kadar hissettirebilirdi ancak bu an onlara ölümü ayrılığı.
Rastgele basılan harflin çıkardığı kapı gıcırtısı tadındaki sese artık dayanamıyorum. Yazamıyorum sadece tuşlara basıyorum ve kulaklarım yırtılıyor.
Poşetlerden çıkarılan bir yığın kağıt üzerime dökülüyor . üzerlerindeyse bir sürü yazı var. Bu yazılar mı üzerime dökülen yoksa. Okumak istediklerim bilmek istediklerim mi. Arapların gözüyle haçlı seferlerini öğrenmemin ne gereği var. Sefer mi çıkacağız. Ya da suç ve cezayı neden okudum vicdan mı yapıyorum. Kendimi mi buluyorum kitaplarda. Yoksa kendim mi kitaplardaki karekterlere benziyorum. Yoksa o kadar içten mi yazılmış bütün insanlar için diyerek bu kitaplar.
Benim için yazılmadığı kesin. Okduklarım mı onlar vakit kaybı neden okuduğumu bilemiyorum . daha sakin düşününce vakit kaybı sanki. Neden yazdığımı da bilmiyorum aslında bunları ne de olsa başkaları da okumayacak. Vakit kaybı değil mi okumak. Ya yazmak daha büyük vakit kabı sanırsam.
Yazmayı okumaya tercih ediyorum şu sıralar. Enteresan okduğum şeylerden de yazımda hiç bir cümle kullanmadım.kullansaydım büyük bi kolaylık olurdu. Hatta büyük bir de romancı bile olabilirdim. Belki de olamazdım. ne de olsa yazı da yazamıyorum.
Fotoğraf da çekiyorum . senede bir belki iki tane güzel fotoğrafım oluyo yalan söylemeye gerek yok. Ama fotoğrafçı da olamam. Fotoğraf çekmeyi biliyorum. Fotoğraf çekebiliyorum. Yalan söylemeye gerçekten gerek yoktu ama söyledim . yazdığım her şey yalan çektiğim fotoğraflar sahte okuduğum kitaplarsa gazeteden başka bi şey değil. Peki ben neyim gereksiz yere hava su ve gıda tüketen parazit halinde yaşayabilen bi canlıyım. Kendini mutlu edemeyen kendini mutlu etmeyi bırak başklarını da mutlu edemiyen dünya mirasına bir çivi bile bırakamayacak birisiyim. Babamdan kalan takside direksiyon sallıyacağim sanırsam bunun için birokul okumaya gerek yok ama onu da okuyorum bakalım ne olacaksa.
Bana göre uzun fakat kısa sayılabilecek bi yazı bu gün dünyaya armağan ediyorum bunu bu belki bazı şeyleri değiştirebilir.

Sana Şiirler Yazdım

Sana şiirler yazdım
Sen okuyasın diye
Siluetin hayalime,rüyalarıma ortak oldu
Benliğinse benden çok uzakta

Sana şiirler yazdım
Sen okuyasın diye
Oku ki sana olan duygularımı
Bir boşlukta sanma diye

Sana şiirler yazdım
Bir kenara yazarsın diye
Yazdığın şiirlerimi okuyup
Beni hatırlarsın diye

Sana şiirler yazdım
Beni unutmayasın diye
Unutma ki Pericik
Her zaman düşümdesin yine

Sana şiirler yazdım
Yazdım sana şiirler
Bu şiirleri sana yazdım
Belki gelirsin diye..

3 Haziran 2009 Çarşamba

Nazım Hikmet & Franz Kafka

Nazım Hikmet & Franz Kafka ölmüş bugün
Bugün 3 Haziran
Odamda oturuyor ikisi de
Kitaplarıyla konuşuyorum
Odamda nefes alıyor ikisi de
Üç kafadar demleniyoruz
Nazım'a rakı, Kafka'ya şarap
Ne farkeder hep birlikte ağlıyoruz
"İhtiyarlık, yalnızlık, bir de ben bir de karasevda, dördümüz konuşmadan yan yana yürüyoruz" diyor Nazım
Dur nereye gidiyorsun!
"Neler vermezdik işitmeyelim diye birbirimizin ayak sesini" diyor tekrar
Bırak onları gel yanımıza diyorum Nazım'a
Kafka ağlamaklı bakıyor
“Tek isteğimi yapmadılar, kağıtlarımı yakmadılar.”diyerek hayıflanıyor
Sokağa bakıyor pencereden,birden silkinip
“Hani ne insan şu oradakiler! Düşünsenize, hiç uyudukları yok.”
“Neden?”
“Yorulmuyorlar da ondan.”
“Neden yorulmuyorlar?”
“Çünkü aptal hepsi.”
“Aptallar yorulmaz mı?” diyorum.
“Aptallar yorulur mu hiç!” diyor ve şarabını dikiyor kafasına Kafka
Nazım & Kafka ölmüşler bugün
Ve ziyarete gelmişler
Oturuyorlar, nefes alıyorlar ve demleniyoruz hep birlikte
Bugün 3 Haziran
Odamda oturuyor ikisi de

2 Haziran 2009 Salı

Ceren Necipoğlu - Kısa Bir Umut Yazısı

5 Mayıs 2009 tarihinde Anadolu Üniversitesi’nde verdiği (sanırım Türkiye’deki son konseri) konserde ilk kez dinlediğim sanatçı Ceren Necipoğlu müziği, kibar ses tonu ve güzelliği ile salondaki herkesi büyülemişti. Mükemmel konserinde sadece eserleri çalmakla kalmamış, her eserle ilgili bilgiler vermişti. Hatta eserlerden önce, arp enstrümanın hangi özelliklerini kullanarak, parçada nasıl etkiler verdiğini tek tek izah etmişti. Yani konser mini bir arp dersini de içeriyordu. Saz semailerinin arpa uyarlanmış parçalarını dinlerdik. Daha sonra beş adet Türkiye’de ilk kez seslendirilen parça dinledik. Hasan Uçarsu’nun “Mavi ay gri, sarı gece duvar” adlı parçayı sadece dinleseydik neler hissederdik bilmiyorum ancak Ceren Necipoğlu, parçadan önce yine bu eserin nasıl ortaya çıktığını, “deprem” olgusuyla nasıl iç içe olduğunu, eser içinde kullanılan değişik arp çalma tekniklerini yine bizlerle paylaştığı için zevkimiz, hüznümüz katlanarak arttı. Ve itiraf ediyorum ilk kez bir klasik müzik konserinde gözlerim doldu, hatta çaktırmadan ağladım. Amir Mahyar Tafreshipour’un “A Night in Shiraz, for chang (Şiraz’da Bir Gece, çeng için) adlı eserini dinlerken kendimden geçtim. Eser Amir Mahyar Tafreshipour beyninden ve Ceren Necipoğlu’nun ellerinden geçip benim, annemin ve bütün salonun kulaklarıma ulaşmış ve vücutlarımızla resmen kaynaşmıştı.

Ceren Necipoğlu’nun dünya çapında Arp müziğine yapmış olduğu katkılar, şu anda önümde duran, konser broşüründe yazıyor. O kadar çok ki yazmaya üşeniyorum. Koca bir sayfa dolusu başarılar…

Ve dün bir uçak düştü. Üç yüze yakın yolcusu olan uçak okyanusta kaybolmuş. Sonra uçakta 1 Türk yolcu olduğunu öğrendim gazeteden. Sonra o Türk’ün Ceren Necipoğlu olduğunu öğrendim. Daha 25 gün önce 2 metre karşımda, mükemmel müziği, kibar sesi ve güzelliğiyle orada arp çalan Ceren Necipoğlu. Bir akrabamı kaybetmiş kadar üzüldüm. İnternetteki haber-gazete sitelerinde haberin altına aptalca ve rezilce yorum yapan insanları okudum. Herkesten, hepsinden bir daha nefret ettim.

2 Haziran 2009 saat 21:34 hala hiçbir cesede ulaşılamadı. Yani hala bir mucize veya umut var. Dualar var. Bu kadar kişi var ona dua eden. Ceren Necipoğlu okyanusun ortasında hala yaşam savaşı veriyor olabilir şu an.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Şairler Yalnız Ölür

Şairler yalnız ölür
Ben de bir şair olacağım
Ben de yalnız öleceğim

Silgi kokan
Kurşun kalem kokan
Saman kağıt kokan masamda
Kapayacağım gözlerimi
Çünkü şairler yalnız ölür

Yazdıkları şimdi değerli değil
Öldükten sonra altın
Ne kıymeti kaldı bu anlatımın
Milyonlar ağlasa arkasından ne fayda
Şairler yalnız ölür

Amacı sevdiğine ulaşmak
Kelimelerin büyüsüne kapılıp,
Ulaşmak istediğine ulaşmak
Vakit geldiğinde ise
Tanrı'nın emriyle göklere uçmak

Şairler yalnız ölür
Ben de şair olacağım
Ben de yalnız öleceğim..

28 Mayıs 2009 Perşembe

Anlat Akşamları

Nasıldı o akşamlar
Bana anlatsana
Biralarımızı içerken
Her yudumdan sonra
Tuzlu fıstık yerken
Sarhoş olup gökyüzünde uçarken

Nasıldı akşamlar
Bana anlatsana
Ben sigaramı yakarken
Derin bir nefes çekip
Gökyüzüne üflerken
Külünü kalbime çırparken
Anlat bana akşamları

Yıldızlar varmıydı?
Peki ya ay?..

26 Mayıs 2009 Salı

Topaklaşma

selam millet. kuyufanzin yaz toplantıları yapsak? misal bi yerlerde toplansak konuşsak, tartışsak? fanzini elle tutulur hale getirsek. okuduğumuz dinlediimiz şeyleri paylaşsak. azcık kavga etsek. birbirimize gıcık olup hırslansak. o hırsla başka insanlar toplayıp başka başka fanzinler üretsek ve birbirimizin fanzinlerine bok atsak?

etkili bi giriş oldumu bilmiorum ama böle devam edersek gittikçe hiç bi şey yapmayan insanlar olcaımızı düşünüyorum. azcık hareket teklif ediyorum ki biliosunuz çok hareket eden bi organizma deilimdir.

uzun lafın kısası haziranın 1. haftasında bir gün buluşmayı öneriyorum. kabul edersenizde etmezsenizde bana haber verin. zaten 7 kişiyiz. beni kızdırmayın. sonuç olarak o toplantıda sadece ozanla kendimi bira içerken "hacı, derviş zaim in son filmi çok şey..?" gibi laflar kurarken bulmak istemem.

bak kırk yılın başı bişi istiom sizden. saygılar herkese. eyw...

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Değişen Tek Şey Kendimizdik

Gözleriniz eskiden daha masumdu
Saçlarınızın rengi gerçekti
Ufak dudaklarınız rujsuzdu ve ojesizdi tırnaklarınız
Ve ben sonradan tiksinmeye başladım
Rujun tadından ve ojenin kokusundan
Bilemem kastım “j” harfine mi,
Yoksa arzum boyasız tenleriniz mi, gerçekten gerçek ten kokusu kokan gerçek ten mi?
Eskiden daha güzeldi hatlarınız güzel kadınlar
Şimdi köşeli ve sivri
Daha kesici dişleriniz ve sözleriniz daha elem verici

Ben de değiştim elbet, hangimiz aynı kaldık ki (ölenler hariç)
Daha az yalan söylerdim eskiden
Kendime ve sevdiğim kadınlara daha az işkence çektirirdim
Hiç çektirmezdim belki de
Daha az gururluydum
Ya da gururumdan kaybettiklerim hiç yoktu
Eskiden hiç içmedim, hiç içmezdim, eskiden içerdim, eskiden hiç içmedim, ya şimdi?
Sakallarım, tırnaklarım, saçım uzun olmadı hiç bu kadar
Hiç bu kadar şişman değildi, hep şişman vücudum
Hiç kusmadım on dört sene boyunca, ya şimdi?
Adam ya sakalını uzatmamalı ya da kusmamalı her öğün ve her adım
Eskiden daha yeni filmler izlerdim, yenilerde daha eski filmler
Ve daha çok arar oldum kendimi okuduğum her şairde

Ve kulağımdan, saçımdan bir yerlerden, bir ürperti
Hayatımda hiç bu kadar kalbim kalkmamıştı belki de
Bir el bir kulakla birleşince kalp yetmeyebilirmiş
Adam ya gururlu olmalı ya da gururundan ölmemeli her an

Ve bütün bu kadınlar bu kadar değişmişken
Ben bütünden değişmişken
Ne yapmak zamanıdır şimdi?

Şubat – Mayıs 2009

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Yalnızlık

Yalnızlık;
Su üstünde yüzen bir yaprak misali ya da
Havada uçan bir kelebek,mikroskobik görüntüye sahip canlı ya da
Dört duvar arasında çarpışan ses dalgaları,çığlıklar ya da
Kocaman bir haykırıştı pencereden dışarı bağırmalar ya da
Kaybolmuş masallar gibi ya da
Yalnızlığın ta kendisiydi kırık uçlu kurşun kalem...

30 Nisan 2009 Perşembe

Sonbahar

Sarı yaprakların sonbaharıydı özlenen
sokak lambaları,
ıssız bir gece,
saçlarına düşüşünü kıskandıgım kar taneleri...
rüzgarın eseri bir uğultudur dolanır ortalıkta
ölümü korkutan

ve bu uğultuyla yarıs halinde
su damlalarına kapılarını açan,
boşa geçen dakikalarımı haykırırcasına rüzgarla dans eden,
bir salıncak.
bomboş
insanlar kadar boş
düşünceler kadar...

ve sarı yapraklar,
sokak lambalarının aydınlığında
yağan karla kardescesine
tüm varlığıyla sarılıp uyuyan yapraklar,
yalnızlığı anlatıyorlar...

ve sensizlik
sonu hangi haykırısa
hangi yakarışa
hangi yokolusa cıkacagı belli olmayan sensizlik..
geride kalan şiir dolu bedenler
göz yaşları,
sana ait baskalarının döktüğü.

ve sac rengini kıskanan kediler
simsiyahlar...
gözlerin kadar.
rüzgar sacların için var
kızıl saclarını savurmak için
yüreğime...

ve sonbahar
rüzgarların nerdeler?
yapraklar rüzgar beklemekte
yüreğim gibi..

Samet ERYILDIZ-27.02.2009