30 Haziran 2009 Salı

Lady Macbeth

Her yudum şaraptan önce ellerimi yıkadım
Ben hep kendimi kandırdım
Lady Macbeth’den beri kanlanan eller arınmaz
Ellerimi kesen ihtiyar berber, kana aldırmaz.

Burak Çakır
28.06.2009

Karaşının Ölümü


Beyaz bir kadın kanlar içinde
Saçları yapışmış
hepsi pislik içinde
On dakika önceki kadar
Umursamaz olsaydın
Belki de elim varmazdı
Beyaz sütler içindeki boynunu kesmeye
Ve o çok özendiğin karaşın saçların
sana göre hindistan cevizi
benim kusma sebebim
Boynundan sarkan o çok özendiğin karaşın saçların
Kanlar içinde

Burak Çakır
24.06.2009

fotoğraf : Eşref Kemal Kaya bkz: http://gedash.deviantart.com/

28 Haziran 2009 Pazar

Limon Ekşisi Çay Demi

kızdım
yırtıp attım buruşmuş kağıtları
duvara attım bardağı
kızdım sinirlendim
küfrettiğim duvara
senin ebeni diye başladım
oturup düşündüm ne ebesi
küçükken saklambaç oynarken
duvara ebe derdik
o muydu ebe
her ne düdükse işte...
sıcacık bir limonlu çay
bir rahatlama belirtisi
ben biraz önce ne diyordum ya
her neyse böyle iyi
limonun ekşisiyle
çayın demi
var mı daha ötesi...

Yorgun Erkek Kargalar

Bir çift erkek karga düzüştü önümde
Kadınlar için gagalanmaktan yorulmuş
Bir çift yobaz gördü onları
Onlar başka bulutlara uçtular
düzülmekten yorulmuş

24.06.2009

she loves him

yaşamak derken?

- yaşamak derken?
- umut etmek manasında.
- umut?
- düşün şimdi.. böyle ufak ufak bombalar yapıyosun. sadece kendin için, eğlenmek için. tam bitirdim derken hepsi elinde patlıyo. anladın mı?

ALBAYIN KIZI

iki saat önce sahneden inmiş bir oyuncu. son oyunu. rol arkadaşının, köşeyi dönmeden önceki son bakışı. uçaklara el sallayarak başlayan yolculuğun son durağı burası. boş bir oda.

uçaklara el sallayan çocuğun hikayesi bu. sıradan yani. sabahtan akşama kadar top peşinden koşan veletin içtiği ilk bira. tadı kötü. “bi daha içmem.” farkında olunmayan bir yalan. çocuğun dönüp dolaşıp geleceği yer belli. boş bir oda ve bir tabanca.

gezip tozmayı asıp, derse girmekten korkan öğrencilerden biri sadece. ya yakalanırsa? ya öğrenilirse derse girdiği? onu görmek için bu risk göze alınır mı? o da gezip tozmayı asmasa olmaz mı? peugeut marka, c plakalı, hiç kaza yapmayan cenaze araçlarının derse girenleri, cezalarını çekmeleri için götürdükleri yer de aynı. boş bir oda, bir tabanca ve bir adam.

tek yapacağı aşık olmaktı. ah be albayın kızı. niye ağladın? duvarları daha fazla ıslatmanın anlamı neydi? o şiirdeki kar yeterli değil miydi? ya şarkıdaki yağmur? bakışlarını sinsice takip eden sessizlik değil miydi zaten bu duvarlar? ah be albayın kızı. niye baktın öyle? derse girme diye uyarmadı mı seni kimse? niye sustun birden? o adam uyarmadı mı seni? öyle bakma demedi mi sana? şimdi bak geldiğin yere. boş bir oda, bir tabanca, bir adam ve bir kadın cesedi...

27 Haziran 2009 Cumartesi

UÇAN BALONLAR KİMSEYİ KORUYAMAZ YAĞMURDAN

İki adet dev gök gürültüsü duydum
Sesleri Bach’a karıştı
Bach bulutlara yankılandı
Aklıma geliverdi
En büyük fincanıma kahve yapmak
İki buçuk tatlı kaşığı kahve ve
Beşte dört oranında
Seksen santigrat derecede su
Beşte birini yağmura sakladım
Tavanı olmayan küçük ve güvercin boklu balkonumuza çıktım
Bir sandalyede bacak bacak üstüne attım
Giysilerimin rengi değişiyor

İlk kez yağmur suyuyla pişmiş
Koca bir fincan kahvenin
Hazzıyla üşüyorum
Yahut serin oldu biraz
Birisi görse ne düşünür diye soruyorum
Fincandan boşanırcasına yağan kanlı yağmurun altında
Saçı sakalı birbirine karışmış kahvesini içen bir adam
Ne önemi var sokağı izliyorum
Sağanak yağmurdan korkuyor insanlar ve karıncalar gibi kaçışıyorlar

Dört dakika içerisinde iki trafik kazası görüyorsanız
Şehrin merkezinde kirli bir evde oturuyorsunuz demektir
Yağmur azaldıkça kahvemde azalıyor
Yağmur azaldıkça daha çok ıslanıyorum
Yağmur azaldıkça zavallı korkaklar dışarı çıkıyorlar
Canavar uzaklaşıyor dışarı çıkıp yetişin işlerinize
Ey aciz insanlar
Elimde oturan karınca bile gülüyor halinize
“İnsan her gün içtiği sudan
Neden bu kadar korkar?” diye
Odamda Bach çığlık çığlığa piyano çalıyor ve karıncalarım raks ediyor

Yağmur dindikçe insanlar çoğalıyor
Yağmur dindikçe ben azalıyorum
Zaman bir bölü sekiz oranında yavaş ilerliyor, rica ettim tanrıdan
İçeri kaçasım geliyor
İçime
Keyfim kaçıyor
Kahvem epey azalmış zaten
Daha ne olsun
Tam o sırada
Azalan yağmurda yürüyen bir kız gözüme giriyor
Elinde dokuz adet uçan balon, rengarenk
On dakika içerisinde uçan balonla gezen bir kız görüyorsanız yirmi yaşlarında
Şehrin merkezindeki masaldan bir evde oturuyorsunuz demektir
Küçük de değil yirmili yaşlarında
Büyüklerde oyuncaklarla oynar aslında
Ve uçan balonları şemsiye gibi kullanıyor
Umarım imge peşindeki aklımın bir oyunudur
Yoksa elinde dokuz adet uçan balonla yağmurdan korunan bir kız görmek
Yirmili yaşlarda, küçükte değil
Çok da mantıklı bir gerçek değil
Sonbahar yağmurları gibi geceler boyu sürmüyor bu yaz yağmurları
Anasına sövüyorum bulutların
Ne olurdu biraz daha ıslatsalardı kahvemi
Daha yağmurun çarpmadığı bir ben’im vardı
Yirmi iki yaşında bir adam
Sırf o’nun adının anlamında yağmur geçiyor diye ıslanıyor
Donuna kadar sırılsıklam ıslanıyor
O kızın bilmediği tek şey hayatında
Uçan balonlar
Kimseyi koruyamaz yağmurdan

Burak Çakır
27.06.2009

26 Haziran 2009 Cuma

451

Ne çok kişi ölmüş
Telefon rehberimde
Karalamaktan yoruldum
Sonra rehberimi yaktım
Herkesi ben öldürdüm
Kanları buharlaştı
451 Fahrenheit derecede
Kağıtlar gibi kokuştular
Bütün dumanı içime çektim
Rehberimdeki tüm ölümlüleri
Bütün bronşlarıma tutundu
Yığınla insan

Burak Çakır
24.06.2009

Ağlama

görüyorum içindeki karanlığı
gözlerinde yanan nefreti
duyuyorum geceleri sessiz çığlıklarını
fark ediyorum kan akan gözyaşlarını

biliyorum artık bıktın
nefret kusuyorsun dünyaya
bu dünyanın gaddar insanlarına
acı ve ızdırap veriyorlar sana

ağlama ey güzel
sil göz yaşlarını
örtme ay ışını perdelerinle
bırak açık kalsın camın

rüzgarın serinliğini hisset loş odanda
ona dair ne varsa boş ver gitsin
çık balkona uzat ayaklarını
bırak kendini boşluğa

boşluktasın artık uçuyorsun
ayaklarında bir serinlik
belki kanı çekiliyor vücudunun,üşüyorsun
korkma sakın bir şeycik olmaz

bulutlardasın artık yüzüyorsun
kulaç atıyorsun koyu lacivert gökyüzünde
gece pembesi eşliğinde ayın
tanrını kutsanmış mağbedine uçuyorsun

23 Haziran 2009 Salı

Herşey Yolunda

Ağlamıyorum korkma.
Gözüme gece kaçtı sadece!

geçmişin gölgesinde yaşamak gelecek için bir şeyler yapacak olmanın emaresi gibi görülen dünden ayrı kalamamak.

geçmişin gölgesinde yaşamak gelecek için bir şeyler yapacak olmanın emaresi gibi görülen dünden ayrı kalamamak.



kurmaca sözler , filmer, şiirler hiçbiri içten ve samimi değil susun artık. kesin karanlığın dinginliğini bozmayı, kesin duru suyu bulandırmayı. başkalarının hayatlarına sahipmişçesine o hayatları anlatmaktan vazgeçin. ben bilmiyormuyum sanki neden böyle şiirler yazdığınızı ,bilmiyormuyum neden böyle filmler çektiğinizi.çok özeniyorsunuz değil mi o hayatlara. çok özeniyorsunuz istediğinizin elinizde olmasına. aslında istediğiniz bu da değil sadece insanların hayatlarıyla hisleriyle oynamak tek amacınız. aşık olduğunuz kadına sahip olduğunuzda ne olacak sanki. onu da terk edeceksiniz sırf başka insanları huzursuz etmek için şiir yazacaksınız arkasından.



hakaretler dizboyu öldürme içgüdüsüyle dolanıyoruz artık. birisi bize bir şey desin diye bakınıyoruz o anda gırtlaklayıvereceğiz.bize dik dik bakan birisini. hiç kanını akıtmadan hiç sesinin çıkmasına izin vermeden.ağzından salyasını akıtacağız sadece . gerilmiş sıkıca kapatılmış ağzındaki dişlerinin arasından akacak. kolları boşandığında artık bizim de içimizden ılık bir rüzgar esecek.midemiz bulanacak belki de kusacağız içtiğimiz şarapları.


antimatter lütfen dinleyiniz en azından saçma yazılar yazdırır.

Soluksuz

dinle beni
hayır hayır oku
hiç ara vermeden
noktalama işaretlerini
nokta
virgül ve diğerlerini
kelimeler arasına
cümlelerin sonuna koymadan
hiç nefes almadan oku
soluksuz
nefesin bittiği yere kadar
nefesin bittiğinde ise dur ve düşün
neler anlattım sana
bir düşün
aklına başka hiç bir şey girmesin
düşün
seni nasıl düşündüğümü düşün
hiç uyumadan
gözlerini hiç kırpmadan
uyumadan
sabaha kadar
güneş doğana kadar düşün
gözlerin kapandığında ise
bırak kendini boşluğa

sana geldiğim gibi uç
tut ellerimden
yetiş bana
gökyüzünün en derinliklerinde
bekler bulutların şatosu
bağır
haykır
çığlık at
söyle içindekilerini
sende söyle içindekilerini
bak ben söylüyorum
haykırıyorum sana
bağırıyorum boşluğa
"sonsuz karanlığımdaki kızıllıksın" diye
ya ben senin için neyim
söyle bağır haykır
gel ya da git...

22 Haziran 2009 Pazartesi

BİR DAMLA KAN İÇİN BİR ŞİŞE ŞARAP

Yazın ve ormanın ortasında yağan

Yağmurun ilk damlası elimde duran

Her şey kötüye giderken

Sırılsıklam ıslanmak

Toprağın kokusundan kusmak

Kafanı vurmak, dizini parçalamak, elini ısırmak

Hepsinden akan tek bir damla kan

Sevinçlere içilmeye söz verilmiş bir şişe şarap

Ama hayatında sevinç bulamayan ve her yeri kanayan adam

Ve gözyaşları gibi kuruyan kan

Deriniz gerginleşir demir kokusundan

Bütün vücuttan akan tek bir damla kan

Bir damla kana içilen bir şişe şarap

Şarabın yanında emilen kan ve ağız dolusu göz yaşı

Ve elimde yağmurun ilk damlası

Sormayın nasıl diye yakalamışım işte

Gökkuşağının başlangıcına varmıştım zamanın birinde

Belki hediyesidir bulutların

Ve inliyorum bakmak sadece bakmak değildir

Kimin yüreği kime değer belli değildir

Ve inliyorum kara yılan gibi

Kafanı çevir ve bakışlarını

Bir âdemi donduruyorsun

Donmak bana göre değil, evet eminim

Kanımı görmeliyim ölürken ki yaşadığıma inanayım

Elimde yağmurun ilk damlası

Çocuklar gibi ağlıyorum

Ki hiç sevmem yavru insanları

Dört yaşında kaybolmuş gibi ayda

Elimde yağmurun ilk damlası

Cebimde kanlı yara bantları

Hangi kaya açmış yaralarını?

Ve akan bir tek damla kan

Ve emiyorum gece gibi güzel dudaklarını

Yol diyorsun hatta yollar

İnine inemem gece yarıları evim çok uzakta

Ve birinci şarkıdaki fahişe gibi

“Elveda beni sevmiş olan sana!”* diyorsun

Yazan : Burak Çakır

Malzemeler : Bir çift kocaman göz (aşık olmak için), bir şişe şarap (uyuyabilmek için), bir tutam kan (yaşadığıma inanmak için), iki göz pınarı kuratacak göz yaşı (nefessiz kalmak için)



*Comte de Lautréamont – Maldoror’un Şarkıları – Birinci Şarkı

19 Haziran 2009 Cuma

Deniz

Kara bulutlar toplanmaya başlayıp güneşin önünü kapadığında başlar denizin huysuzluğu. Bazen bir gün, bazen günlerce, bazense haftalarca sürer.. Ve en sonunda bir fırtına kopar. Ufuk sınırı denilen hududun aşıldığı, dalgaların kendilerini oluşturan tüm canlıların güzelliklerini örtüp, neşelerini sınırlandıran bulutları dağıtmak istercesine gökyüzüne yükseldikleri bir fırtına. Son. Sonra... sessizlik... ve yeniden huzur.

Bedenime hücum eden acıyı burada bile dile getiremiyorum. Acaba duvarların alçalması şimdi ne kadar sürecek? Acaba hep etrafımda olucaklar mı böyle? Ne zaman bu fırtına sona erecek? Insanların düşündüğü kadar güçlü ve dik durmayı başarabilecek miyim yeniden? Insan vücudundaki en büyük mucize nedir? Insanların yaşadıkları acı ve sıkıntılara rağmen atmaya devam eden, her incindiğinde inzivaya çekilip, bu süre içerisinde dahi kendi payına düşeni yapan, sonra biraz daha güçlenerek ve olgunlaşarak toparlanan, gerçekten kırılmasa bile acısı en çok canımızı yakan kalp olabilir mi bu mucize? Peki kalp kaç kez kırılabilir? Aynı anda hem kırılgan hem de güçlü olma niteliklerinin kalbe verilmesi, evreni oluşturan ironinin bir parçası mıdır? Eğer insanlara katlanabileceklerinden çok acı bahşedilmiyorsa, tek suçu güçlü olmalarımı bu acıyı yaşamak zorunda kalanların, yoksa onlardan istenen daha farklı bir şey mi var? Eğer insan gerçekten yaşayan bir varlıksa, ömrü hesaplanırken aslında aynı dili konuşan ama aralarındaki ufuk çizgisi aşıldığı için bir türlü aynı doğru üzerinde buluşamayan ruh ve bedenin ayrı geçirdiği zaman hesaba neden katılmaz? Katılmamasının sebebi varoluş mantığının da ayrılık gibi verilmekten korkulan cevaplardan mı oluşması yoksa yeniden dinginliğe ulaşıldığında hissedilen duygunun bu zamanı telafi edebilecek olmasından mıdır? Eğer gerçekten ying & yang varsa, tamamlanmayı evrendeki insanların sadece bir kısmı mı hakeder? Eğer öyle değilse neden evrende insanların, uyumsuz olmasına rağmen uyumluymuş gibi görünen puzzle parçaları gibi bir araya gelmelerini engelleyen bir yasa yok? Eğer göz gerçekten görmeye yarıyorsa, neden “bakmak” denilen ikinci bir sözcük ortaya çıkmış ve neden göz sürekli “görmek” yerine “bakmak” eylemini gerçekleştiriyor? Çevremizi saran küçük mucizeler gözden kaçırılıdığında, doğruları götüren yanlışlar oluyorsa, neden küçük olarak adlandırılıyorlar?

Canım neden bu kadar çok yanıyor? Sanırım İclal Aydın’ın da dediği gibi, kulağuma yalan kaçtı...

9 Haziran 2009 Salı

Yoktur aşk diye bir din

'aşk'
şiire adınla başlıyorum
besmele yerine
ve sana ait ne varsa
ibadetim sayıyorum..

hiçbir dilde anlatabilmek mümkün değilken seni
kelimeler düşünüyorum mısralarına
yorulan beynim sanıyorum
adının yorgunluğu aklıma bile gelmiyor
kahvemi yudumluyor ve susuyorum
suskunluğumu ruhumun derinliklerine hapsediyorum..

ödünç sıfatlar alıyorum bildiğim,bilmediğim tüm dillerden
gözlerini anlatmak için.
isminin sonuna eklediğim iyelik eki,
seni bana ait kılar mı bilinmez ama
umutsuz zamanlara doğru
kaygısızca uzanmış
cok uzaklardaki bir özlemdir bu
Türkçe'ye ihanet etmiyorum,vazgeçmiyorum..

yüreğimin bayramıdır gülüşün
belki de bayramlar ondan bu kadar anlamsız gelmektedir bana
ve 'eşşiz' sıfatının gülüşünü anlatmada yetersiz kalmasında
benim suçum yoktur
özgürlük çok uzaktadır sen yanımdayken
gülüşünün esiriyken ne mümkün özgür kalabilmek
'aşk'
adını anmak güzel
bu şiir de bile olsa
ki bile kelimesinin gereksizliği
kendini gösterecektir elbette

her zaman akla gelir aşk
her şarkıda,her filmde
belki
bir yağmurda
'seni seviyorum' her dilde söylenebilir
hangi dilde söylenildiğinin önemi yokken
adını anlatır çünkü
hangi coğrafyada söylenirse söylensin
adın 'aşk'tır senin
yoktur aşk diye bir din!
artık..



Samet Eryıldız

16.05.2009 Ankara

7 Haziran 2009 Pazar

Eskişehir-Kütahya 1

Bir gecede tam 400 km yol almıştık. Gözümden uyku akmaya başlamıştı hissediyordum bunu.fakat bir türlü engel olamıyordum. Ilık bir esinti sanki ağzımdan geçip tüm sistemimi dolaştıktan sonra tekrar ağzımdan geri çıkıyordu. Esediğimin bile farkında değildim. Sırtımdan aşağı doğru süzülen teri hissedebiliyordum. Kıçım koltuğa yapışmıştı. Artık ön cam böcek ölülerinden bir katmanla örtülmüştü. Bunu dert etmiyordum önümü görebiliyordum çünkü hala.
Sağ taraftaki tekerleklerin mıcıra girmesiyle araba savrulmaya başladı. O anda bütün uykum kaçtı gecennin en karanlık anı olan şafaktan az önceki andı sanki her yer aydınlandı. Ufuk kızıllığına bembeyaz bir ışıkla büründü. O hızla arabanın mıcıra girmiş olmasına rahmen hiç bir sarsıntı duymuyordum. Arka koltukta uyumakta olan oğlum ve kızıma baktım. Hiç bi r şeyden haberdar olmamış gibi burunlarını çeke çeke uyumaya devam ediyrlardı. Üzerlerindeki battaniye yere sarkmış ve sıtı açılmıştı oğlumun.
Ve tekrar her şey eski haline geri döndü. Ufuk kızıllaşmış ve güneşin ilk ışınları görünmeye başlamıştı. Ne olduğunun farkına avramadım bile sanki o an bir ömür boyu sürdü o parlaklık o büyüleyici güzellik. Aynı sarsıntıyla mıcırdan çıkarak yola girdik. Kızım uyandı ve etrafına bakınmaya başladı bir şey arar gibi. Seslendim ama cevap vermedi. Ayaklarının dibinde duran simsiyah gözleri ışıkta parıldayan beyaz renkli peluş köpeğini aldı eline. Köpeğine sarılarak uyumaya devam etti.
Bütün bu olan biteni sadece ben mi gördüm. Yoksa aklım bana oyun mu oynamaya başladı deliriyormuydum. O muhteşem rahatlama hissi içimde duruyordu hala. Bütün damarlarımda hissediyordum o anı. Sırtımdan dökülen terlerden hiç bir iz kalmamıştı. Kıçımı artık koltuğa yapışmış hissetmiyordum. Cam bile sanki temizlenmişti. Ruhum az önce ibadet etmişçesine huzurluydu.
Kütahyadan Eskişehire doğru döndükten sonra sol tarafta kemal kükrer sirke fabrikasını görürsünüz daha sonra aşağı kartal köyünü geçersiniz ve bir rampayı tırmanırsınız. O rampadan sonra biraz düzelir yol ve az da yükselirsiniz işte tam o anda Eskişehir ilk görüntüsünü verir size. İlk defa o anda göz kırpar. Hele akşam geliyorsanız şehrin her tarafına yayılmış sokak lambaları karşılar sizi gece karanlığında. Aslında içinizde her yer aydınlanmıştır her heri bembeyaz bir ışık kaplamıştır. Daha sonra Kızılinler dönüşüne geldiğinizde yol o kadar güzelleşir ki hiç bir ses ve hiç bir sarsıntı hissetmezsiniz artık yoldan kaynaklanan. Uyuyor bile olsanız uyanırsınız o sesizlikten. Artık eskişehire geldiğinizi hissedersiniz. Daha sonra orman fidanlığı gelir orada da orta refüjde cadde aydınlatmaları için dikilmiş lamba diraklerinin ışıklarını görürsünüz. Artık ufuk sararmıştır güneşin ilk ışınları yükselmiştir. İçinizde az önce ibadet etmişçesine bir huzur bulursunuz. Yola devam ettiğinizde Ankara Bursa yol ayrımına gelirsiniz ve Ankaraya doğru dönersiniz. Biraz ilerlediğinizde bir köprünün altından geçersiniz. Tramvayın çalışma saatlerinde denk gelirseniz ve de şanlıysanız altında geçtiğiniz köprünün üzerinden geçen tramvayın sesini duyabilirsiniz. Ve artık en önemli yere gelmişsinizdir Anadolu Üniversitesi işte orda inersiniz arabadan ve on dakika yürüyerek benim evime gelirsiniz. Ve hala şanslıysanız evimde kuru kayısıdan yapılmış hoşafın tadına bakarsınız soğukken mükemmel olur.
Bana en çok sevdiğin şey nedir diye sorarsanız işte bu yolculuktan sonra evime vardığımda. İlk annemin eline öpmek ve yeni hazırlanmış ardında da soğutulmuş buz gibi kayısı hoşafını içmektir diyeceğimden emin olabilrisiniz. Umarım ben 40 yaşında annemin hala küçük yavrusuken ve bu yolları geçtikten sonra gelip annemin elini öpüp tekrar o kayısı hoşafını içebilirim.
Darısı sizin başınıza. İsterseniz benimle bu yolculuğun tadını çıkarıp ardından da o kayısı hoşafını kana kana içersiniz. Karar sizin ben davet ettim.

Gitar Gecesi (Kingo Disco)


Batuhan Mutlugil, her ne kadar “Zuman” grubu gibi “basit” bir grupta yer alan yetenekli fakat bu yeteneğini gösterme zahmetinde bulunmayan bir oğlu olsa da,

Akın Eldes, memleketin en başarılı jazz gitaristlerinden biri olmasına rağmen “ basit” bir grup olan “Zinhani” ile müziğini basitleştirse de,

Cem Köksal, çok başarılı bir gitar virtüözü olmasına rağmen “Evlerinin önü boyalı zıbıdılar” gibi (Zöykü-Zerg) basit ve hatta gitarı tutmasını bilmeden flemenko yapan bir ikiliyle ile müzik-klip çalışmaları yapsa da,

Serdar Öztop (sadece kendi),

Metin Türkcan (sadece kendi),

Tuncer Tunceli, Zaga Band’ın başarılı gitaristi (Band’I ile birlikte)

Gecede yer almayan çok mühim gitaristimiz Sarp Maden (Quartet Muartet dön gari) ve Demir Demirkan (arada Eurovision),

Ve Okan Bayülgenin “Kingo Disko” programında bütün bu gitaristlerden önce, klibiyle yer verilen, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli gitaristi Yavuz Çetin (sadece kendi) (işte Yavuz Çetin sen intihar ettin, memleketi Zergler -ihtiyar bilgisayar tutkunları bilir “Starcraft”ın yaratıklarıdır, hala anlamayan öküzler için Öykü-Berk kardeşlerin Berk’inden bahsediyorum- istila etti),

Bu geceki Okan Bayülgenin “Kingo Disko” programında yaptıkları “Gitar Gecesi” için teşekkürler. Keşke, Zöykü geceye sıçmasaydı. Ama napalım, insanın kakası gelince götünü durdurmak zor. He Okan’da suç yok mu? “Niye Zöykü ile Zerg’i çağırdı?” diye de sorarlar adama. Muhtemelen diğerlerini kimse tanımıyor da ondan diyecektir.

Para kaygısı yaşamadan, çok daha başarılı işlere atılabilmesini umduğum bütün gitaristlerimize sonsuz saygılarımla…(5 riffle flemanko yaptığını sanan adamların piyasaya küssün lütfen)

KUYU FANZİN 10. AYI İNCELEME YAZISI

Geçen gün düşündüğüm Kuyu Fanzin iç değerlendirmesini Ozan’ın 4 Haziran 2009 tarihli mükemmel performansını gördükten sonra yazmaya karar verdim. Şimdi çeşitli sorular sorabilirsiniz. Misal niye böyle bir şey yazma gereği duydum, buna hakkım var mı, böyle eleştirebilecek birikimim var mı gibi sorulara cevap vermek isterim. Ne kadar geveze bir adam olduğumu bilen bilir. Yazı da uzun oldu biraz. Bütün işleri gözden geçirip bu yazıyı yazmam neredeyse 4 saatimi aldı. Sadece bu vakte saygı duyup, okuyup, yorumlarınızı, doğruları, yanlışları, eksikleri, fazlaları yazıya eklerseniz gözümsünüz.

Bu yazıyı yazma sebebim 6 Ağustos 2008’de açtığımız bu sanal fanzinin açıldığı 10 ay olmuş. Bu 10 ayda neler olmuş buna kısaca değinmek. Buna hakkım var mı? Tabi ki var, hepimizin var. Yazarları eleştirecek birikimim var mı? Bilmiyorum ama en azından deneyelim. Sonuçta hemen hemen birbirini tanıyan insanlarız. Birbirimizi eleştirebilmeliyiz. Bu eleştirilerden sonra küsenler olur, fanzini terk edenler olur, gelip beni dövenler bile olabilir. Olsun (Dövmeyin ama küsmek serbest). Amacım çok naif. Sadece kafamdakileri, birlikte yazı yazdığım arkadaşlarımla ve burayı okuyan 2-3 insanla paylaşmak.

Az biraz istatistik vereyim. 9 yazarımız var. Bunlardan Barış, Paranoya, Aigina hiçbir iş yayınlamamış. He şimdi ben bu arkadaşlarımın hiçbir şey yapmadığını bilsem içim yanmayacak. Sadece biraz çekiniyorlar galiba. Neyse kişi analizlerine döneceğim. Diğer 6 yazar az çok bir şeyler eklemişler fanzine. 10 ayda 80 civarında iş gelmiş buraya. Ağırlıklı olarak şiir, sonrasında düzyazı ve fotoğraf vs. Bu işleri alt alta koyunca 45 sayfa ediyor (A4 sayfası). Yani biz A5 boyutunda bir fanzin çıkarsaydık 120 sayfayı geçebilecek materyal biriktirmişiz. Hatta 12 sayfalık olduğunu düşünürsek 1 fanzinin yaklaşık 10 sayı çıkarmış kadar olmuşuz. Yani her ay 1 sayı. Açılışını “GELİYORUZZZ Gibi Bir İddiamız Yok “ olarak yapan bir topluluk için gayet güzel rakamlar. Şimdi Ozan okuyorsa ( görüp okumamak gibi bir alışkanlığı vardır :) “Madem bu kadar memnunsun rakamlardan niye her seferinde on saat fanzin şöyle çalışmıyo böyle tembeliz öyle malız diye niye kendini paralıyorsun?” diyebilir. İşte tam burada şunu demek isterim. Bu rakamlar güzel falan değil aslında kendimizi kandırmayalım. Daha fazla rakamla olasılık hesabına girmek istemiyorum ama her birimiz düzenli olarak bir şeyler yapsak bunu 10’da katlarız. İşte bu noktada çeşitli bahanelerle örülmüş tembelliğimize yenik düşüyoruz. Hep birlikte tembellik içinde yüzüyoruz. Birikmiyoruz, biriktirmiyoruz, paylaşmıyoruz, çalışmıyoruz, okumuyoruz, uğraşmıyoruz, üretmiyoruz… Sıkıntı budur. Bu siteyi açmamın, sizi her gördüğümde üretkenlik konusunda sıkıştırmamın, eleştirmemin, kızmamın sebebi budur. Yapabileceğini bildiğim çok az sayıda insanın bir şeyler yapmasını teşvik etmek, üretmesine katkıda bulunmak, böylece daha çok üretebilmesini sağlamak. Beni kimse para verip görevlendirmedi; şu gençleri derle, topla, üretken olmalarını sağla, fanzin çıkar vs. Ben sadece böyle şeylerle uğraşan ve yapabileceğine inandığım çok az kişiyle bir şeyler yapmanın peşindeyim. Memleket mühendisten, ekonomistten, doktordan, öğretmenden geçilmiyor. Hali hazırda zaten hepimiz üniversite eğitimi alan insanlarız. Ama ileride sanatçı olabilecek kadar donanımlı insanlar olabiliriz. Birbirimizin şiir kitaplarını, romanlarını, fotoğraf sergilerini, sinema filmlerini tadabiliriz. Emin olun bunlar insana apayrı hazlar verir. Hepimiz bu günleri hatırlarız, birbirimize verdiğimiz desteği, duyarlılığı, arkadaşlığı hatırlarız. Uğraştığımız geceleri, okuduğumuz kitapları, izlediğimiz filmleri hatırlarız. Bunların sayesinde o günlere gelebiliriz. O günlere gelince kıymetini biliriz. Tamam sakin, şimdi eleştiri kısmına geçiyoruz.

Kendimden başlayım. Ben “kuyu”. Çok süper fotoğraflar çekerim, acayip güzel yazılar yazarım, mükemmel şiirlerim vardır diyebilirim. Yok en azından burada demem. Normalde yüzünüze söylerim biliyorsunuz. Ben nereden bileyim beni eleştirme kısmını da siz yapıverin.

İlk kurbanımız Gürkan İşsevenler. Neden ilk Gürkan? Çünkü en aktif yazarlardandır kendisi. Fanzinde şiir kısmı ağır basar ama fotoğrafları da vardır. Fotoğrafın daha çok başındadır. Zaten şiir kadar üstüne düşmemektedir fotoğraf olayının. Şiirlerine bakacak olursak aşk adamıdır kendisi. Romantik şiirlerinde bazen öfke, bazen gerçeklik bazen hayaller ön plana çıkar. Şiirlerinde baskın olarak (eskiden daha çok artık azaldı) müzisyen Murat Yılmazyıldırım’ın üslubu hâkimdir. Yani nedir? Aşk çevresinde “büyü, peri” gibi imgelerin dolanmasıyla oluşur. Bilen bilir çok da severim Murat Yılmazyıldırım’ı. Ancak ben onu aradığımda şarkılarını dinleyerek doyum sağlıyorum.

Gürkan’ın şiirlerindeki en büyük sorun çok az kelimeye sahip olmasıdır. Yani kelime dağarcığı çok geniş olmaması, okuyucuyu doyurmamaktadır. Tabi ki “sadelik” şeklinde savunulabilinir fakat uzun zamandır şiir yazan biri için artık çok daha fazla kelime çeşidiyle bizlere ulaşması daha güzel olabilir. Bu da kesinlikle çok ve çeşitli okumayı gerektirmektedir. Ne kadar çok şair okunursa, “şair”in gelişimine o kadar katkısı olur.

Gürkan’ın güzelliği ise çok çalışmasıdır. Yani çok yazar. Bol bol yazar. Birçok sanatçının da dediği gibi sanat %30 yetenek %70 emektir, çalışmaktır. Kimseye yeteneksiz demiyorum sadece çok çalışmakta her zaman sonuç getirmiyor. Pişmek için okumak şart.

4 Haziran 2009’da ortalama üçer dakika arayla siteye koyduğu kısa öyküleri için kıymetli arkadaşım Ozan’a teşekkürü bir borç bilirim. “Ben yazı yazamıyorum” diyerek bunları yazıyor. Bunu mütevazılığından söylese neyse, gerçekten öyle olduğunu sanıyor (o olsa “sanırsam” derdi). Zaten bu adam böyledir. Hiç yazı veya fotoğraf koymaz koymaz, bir gün fanzini açar bir bakarım Ozan giriş sayfasını doldurmuş.
Bu adamın 3 temel sıkıntısı vardır.
Birincisi yazım hataları. Tamam, ben anlıyorum orada ne demek istediğini ama okumakta güçlük çektiğim oluyor ya da bir virgülün ne kadar anlam değiştirdiğini de daha önce kendisiyle tartıştık.
İkincisi yazılarının başlığı yok ya da “ssdhdfc” gibi klavyeden bir hışımla çıkardığı harflerden oluşan başlıkları. Tamam başlıksız olsun ama ne biliyim rakamla, harfle bir numaralandırma geliştirirse çok faydalı olabilir. İlerde yazılarının sayısı artınca çok sıkıntı olacak. Misal bir sürü yazı koymuş üst üste ben şimdi şu yazıda şunu beğendim diyeceğim fakat diyemiyorum. Onun yerine ilk cümlesini falan yazmam gerekir ki insanlar neden bahsettiğimi anlasın. Hatta konuyla ilgili bir anı bile vardır fanzinimizde:

“Gürkan İşsevenler dedi ki...
‘bir de yazılarına bir başlık bulsan çok güzel olacak hem görüntü bakımından hem de okuyucuya önceden bilgi sağlaması açısından...’ 31 Ocak 2009

ozan dedi ki...
‘sevmiyorum başlık olayını fotoğraflarıma da isim veremiyorum’ 31 Ocak 2009”

Tamam Ozan zorlamaya çalışmıyoruz. Canın nasıl isterse öyle yap ama hakikaten ileride zorlanacak olan sensin söyleyelim şimdiden.
Üçüncü ve belki de en büyük sıkıntısı kendisinin yazmaya kabiliyeti olmadığını sanmasıdır. Hatta sık sık “sanırsam” der. Halbuki adam yazı yazıyor, çok da güzel yazıyor. Şimdi Sabit Hoca olsa “ En büyük hatamız, birbirimizin sırtını sıvazlamamızdır.” der. Ancak doğru değildir. Bazen sırt sıvazlanmalıdır. Bazen sırtın sıvazlanmaya ihtiyacı yoktur. Ozan günlük hayatta okumaları, sevdiği müzikleri, izlediği filmlerin çeşitliliğini yazılarına aktarabilen bir adam olduğunu göstermiştir. Paris’den Ortaköy’e geçer, barlardan evine, Adem’den çıkar Hölderlin’e uğrar bir soluklanır ve Nietzsche’ye misafir olur. İşte çeşitlilik güzel bir kafadan lezzetli bir çorba halinde ortaya çıkabilir. Ama Ozan’a sorsanız hala “Ya bana şu konuda bir şeyler yaz de hayatta yazamam” der ve ciddidir.

Samet, geleceğin edebiyat öğretmenidir. Fanzinde çok daha fazla yer almasını istediğim isimdir. Ancak onda da kendine güvensizlik hakimdir. Çokça şiiri kül olmuş, yırtılmış atılmış, utanç duyulduğu gerekçesiyle ortaya çıkarılmamıştır. Aynı odada bir yıl vakit geçirdiğim bu kadim arkadaşım, çok okuyan, yeniliklere açık bir adamdır. Kendini ağırdan satar.

Emrah Aydoğdu, şiir için yaşayan adamdır. Odasında Ahmet Arif’le, Ömer Hayyam ile yaşar. Kelime kullanımı zengindir. Etkileyici bir üsluba sahiptir. Ne kadar üretir tam bilmiyorum ama bizlerle çok az paylaşır. Şiirlerini okuyunca dudaklarda, kulaklarda bir tat oluşur, yüreğimiz kıpırdar. Gelecek vaat eder bu adam vesselam.

Lanetli Rapunzel, fanzine sonradan katılmış, yaş olarak en küçük olmasına rağmen, “bu kelime ne ola ki?” dedirtebilecek kelime haznesine sahiptir. Sınavlardan mıdır bilinmez, ara vermiştir şiirlerine. Şiirinde genellikle aşk hâkimdir. Şiirleri tutarsızdır. Yani bazıları şaşırtırken bazıları çok “basit” kalır.

Barış inanılmaz sessiz kişiliğini fanzine de yansıtır. İçindeki fikirleri (özellikle siyasi fikirlerini) kendine saklar. Ya da paylaşmayı sevmez.

Paranoya ileride roman yazarı olabilecek tek arkadaşımdır. Kısa öyküleri sevmez bu yüzden uzun karakter oluşumlarına girer ve fakat çıkamaz. Çünkü bu yol çok çetindir. Karakter oluştururken o kadar çok titizlenir ki karakter sonunda aynı ömrünü tamamlamış dev bir yıldız gibi kendi üzerine çöker ve kara delik halini alır. Karakterden kara delik oluşunca Paranoya’nında hevesi bu kara delik tarafından yutulur. 3-5 sene önce yazdığı yazılar, ifadeleri, kelime kullanımları, olay örgüleri bakımından çok etkileyici idi. Ancak bu bencil kişi yazılarını biz kullardan esirgemekte böylece beni delirtmektedir.

Aigina eski bir fanzincidir, sanat tarihçisidir, bana uzun uzun akımları, dönemleri anlatır. Benim “ya bu anlattıklarını fanzine koysana hepimiz öğrenelim” demem üzerine katılmıştır. Ama fiili bir katılımda bulunmamıştır. Okuluyla uğraştığını bildiğim için alttan almaktayım beri yandan kızarım, bıyıklarımı titretirim.

Yapabileceğim naçizane yorumlar bunlardır. Belirttiğim üzere benimle fikirlerinizi paylaşın, kavga edin, benim eksiklerimi söyleyin, küsün yahut küsmeyin. Fakat sessiz kalmayın. Ne kadar çok konuşursak o kadar gelişiriz , geliştiririz.

Lütfen artık kimse yazı yazamıyorum veya yazdıklarımı beğenmiyorum o yüzden hepsini yırtıp atıyorum diye bir şey söylemesin. Uğraştığımız şey sanat, uğraştığımız şey dünya, uğraştığımız 3000 yıllık geçmişin 20 yılı. Tabi ki evrende kum tanesiyiz. Tabi ki evren çok büyük. Ama bu hiçbir etkimiz, yetkimiz, yeteneğimiz olmadığı anlamına gelmiyor. Yaparak, çizerek, silerek öğreneceğiz. Ama bu “birikme” ve “bana ilham perileri gelince yazıyorum yoksa hayatta kalemi elime almam, alsam da yazdığım çok eğreti olur, çektiğim fotoğraf içime sinmez…” lafları arttıkça o ilham perileri gelmez oluyor, o birikme bitmez oluyor. Sanki hepimize 10 yıl verseler bütün kitapları okuyup, bütün filmleri izleyip, bütün tarihi öğreneceğiz. Adamlar bunu 3000 yılda yapmışlar. Yani bunlar geçiştirmeden başka bir şey değildir kanımca. Tabi ki her gün bir “sanatsal üretim” beklemek abest olur. Ama bizler yaydıkça o periler hiç gelmiyor. Bana geliyorlardı, bir kere ben çıplakken geldiler ve hemen gittiler sonraları çok bekledim kendilerini pek göremedim. O yüzden perilerden ve bütün sihirli şeylerden umudumu kestim ve kalemi elime aldım. Zira kalem o götü boklu perilerin değil sizin elinizde.

Bu evrende sanat adına, toplumu adına, kendi ve ailesi adına bir şeylerle uğraşan ve ortaya bir eser koyabilen bütün yüreklere sonsuz şükranlarımla.

Kuyu

4 Haziran 2009 Perşembe

O güneş battı artık verilen son şans ve bitmeyen son şanslar. batmayan güneşler, erişilemeyen ufuklar kadar uzak her şey. gereksiz laflar ve boş hayaller var cebimizde. bozuk paralardan başka simit susamları onları da tekrar dönebilmek için yollara dökmüş her adımımız. yırtık ceplerimizden güvercinler yemiş hepsini geri baktığımızda. Dönemeyiz de artık, gidemeyiz de. iki kapılı hanın kapısında takılı kaldık. galiba yasak bir şey var üzerimizde. ağzımızdaki alkolün kokusunu duydular herhal, başka ne olacak? hak mı yedik? altın kapılı sırça köşküne giremedik. bulutlara kadar çıkamamışsız sanırım. biraz daha içmeliyiz, yol kolay. İstanbul’da boğaz kıyısı olsun mümkünse, Ortaköy. Oradan senin yanına gelmek daha kolay.
Ve uçak havalandı ilk defa bu kadar heyecanlandım içimi hiç bir şey bu kadar kabartmamıştı doğru tabir buysa sanki midem ağzımdan dışarı çıkacak gibi oldu. Hiç bu kadar yükseğe çıkmamıştım en fazla pek çok kişiye yüksek gelen artık benim alışık olduğum 9 katlı binanın 7. Katındaki evimdi.
Hiç düşünmeden eşyalarımı toplayıp evden çıktım çok sıkıntılı br gündü anlamadım ben de ne yapmaya çalıştığımı. Birden elim valize gitti ve valizi doldurmaya başladım. Ancak Zelihanın yanına vardığımda duş almak isteyince fark ettim sadece gömlek aldığımı yanıma hepsi de beyaz gömlekler.
Oradan giyecek bir şeyler aldım artık. Paris’te hatırladığımdan daha iyi pantolon yapıyorlarmış. Zeliha’yla hiç konuşmadık neden gelmediğimi ben de anlatmadım o da sormadı zaten. Bu da iyi oldu benim için. Daha üzerimden ilk şoku atamamış hissediyorum kendimi.bi kaç sadece gezdik dolaştık barlara gittil hatta bir gün seviştik bile.beni mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yaptı Zeliha. Fakat ben olanları anlatmammak için elimden gelen çabayı gösteriyordum.
Bir akşam çok sarhoş olduk birden ağlamaya başladım hıçkıraklar içinde salya sümük . hiç bu kadar ağlamamıştım. Zeliha beni öpiyor gözlerimi siliyor ben gittikçe daha çok ağlıyorum.sonra bir dikişte kadehimde kalan son şarabı yuttum. Ve anlatmaya başladım.
Kafeler geziler fotoğraflar kızlar erkekler barlar oyunlar oynananlar... gidilebilecek yerlere gitmek varken gidememek ve hiç istemden dünaynın öbür ucuna gidebilmek. Gerçeklere pervasızca tunabilmek fakat gerçekliğinden de şüphe edebilmek.bazen sayıların herşeyin açıklayıcısı olduğuna inanmak. Bir pazar günü ailenle kahvatı etmek. yapılabilecek şeyler gidilebilecek yerler gibi hepsi. Belki de gerçekten yapılamayacak olasılığı.
Hayatın başlangıcı aslında korku verici. Yıldırımlarmış şimşekelrmiş suymuş, ya da ademle havaymış. Adem havvasız kalamamış havva ise admsiz kalamamış. Belki üç gün ayrı kalmışlar belki 5 gün. Geçememiş bu kadar vakit adem havvasına koşmuş havva ademine. Söylenen bu ben demiyorum.
Kalp atışları yavaşlamıştı. Artık sadece dakikada bir aldığı soluğun sesi duyulabiliyordu. Karısı ve sevgilisi başında onun için ağlıyorudu.
Yatağında bu halde yatarken hayatı gerçekten bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti ve bu film tam ortasında durdu. Kalbi atmaz oldu. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Belli ki gözünün önündeki son sahne gerçekten çok güzeldi.
İlk karısı fark etti öldüğünü bir sessizlik kapladı otrtalığı. Sevigilisi ve karısı anlam veremeden birbirlerine sarıldılar. Sonuçta 30 yıllık karısı ve ölümünden sadece 3 ay önce tanıştığı sevgilisiydi. Fakat bu 3 ayda çok şey yaşamışlardı ikisi.
Kanser hastalığına yakalandıktan sonra tanışmışlardı Christian ve Adam. Hastanede onkolji bölümünde hemşirelik yapıyordu Christian. Güzel ve alımlı sayılabilecek birisi değildi nedeni bilinmeyen bi çekiciliği vardı sadece. Diğer hemşirelere göre daha yakın davranıyordu hastalatalara. Ama Adam’ a geldiğinde daha bi sıcaktı. Çocukluğunda karşı komşularının evinde yaşayan ve adını hatırlayamadığı bi delikanlı vardı ona benzetiyordu Adam’ı. O yıllarda karşı komşusunda yaşayan bu delikanlının çok yardımları dokunmuştu Christian’a.
Hatta bir seferinde annesiyle büyük bir kavga etmişlerdi ve annesiyle arasını bu delikanlı düzeltmişti. Adam’ a olan yakınlığı karşı komşusuyla olan bu hatıraları neden olmuştu. Ne de olsa bir kanser hastasıydı ve de görünen o ki sayılı günü kalmıştı. Fakat atladığı bir şey vardı karşı komşuları olan o delikanlıya o zamanlar aşıktı ve gün geçmeden de Adam’a da aşık olmuştu.
Hiç karşılaşmak istemediği halde o gün karşılaştılar Adam’ın karısı ve de Christian. Hiç de tahmin ettikleri gibi olmadı bu karşılaşma. İkis de birbilerinin farkındaydılar fakat ölüm bu durumda olan iki insanı bu kadar yakınlaştırabilirdi. Bu kadar hissettirebilirdi ancak bu an onlara ölümü ayrılığı.
Rastgele basılan harflin çıkardığı kapı gıcırtısı tadındaki sese artık dayanamıyorum. Yazamıyorum sadece tuşlara basıyorum ve kulaklarım yırtılıyor.
Poşetlerden çıkarılan bir yığın kağıt üzerime dökülüyor . üzerlerindeyse bir sürü yazı var. Bu yazılar mı üzerime dökülen yoksa. Okumak istediklerim bilmek istediklerim mi. Arapların gözüyle haçlı seferlerini öğrenmemin ne gereği var. Sefer mi çıkacağız. Ya da suç ve cezayı neden okudum vicdan mı yapıyorum. Kendimi mi buluyorum kitaplarda. Yoksa kendim mi kitaplardaki karekterlere benziyorum. Yoksa o kadar içten mi yazılmış bütün insanlar için diyerek bu kitaplar.
Benim için yazılmadığı kesin. Okduklarım mı onlar vakit kaybı neden okuduğumu bilemiyorum . daha sakin düşününce vakit kaybı sanki. Neden yazdığımı da bilmiyorum aslında bunları ne de olsa başkaları da okumayacak. Vakit kaybı değil mi okumak. Ya yazmak daha büyük vakit kabı sanırsam.
Yazmayı okumaya tercih ediyorum şu sıralar. Enteresan okduğum şeylerden de yazımda hiç bir cümle kullanmadım.kullansaydım büyük bi kolaylık olurdu. Hatta büyük bir de romancı bile olabilirdim. Belki de olamazdım. ne de olsa yazı da yazamıyorum.
Fotoğraf da çekiyorum . senede bir belki iki tane güzel fotoğrafım oluyo yalan söylemeye gerek yok. Ama fotoğrafçı da olamam. Fotoğraf çekmeyi biliyorum. Fotoğraf çekebiliyorum. Yalan söylemeye gerçekten gerek yoktu ama söyledim . yazdığım her şey yalan çektiğim fotoğraflar sahte okuduğum kitaplarsa gazeteden başka bi şey değil. Peki ben neyim gereksiz yere hava su ve gıda tüketen parazit halinde yaşayabilen bi canlıyım. Kendini mutlu edemeyen kendini mutlu etmeyi bırak başklarını da mutlu edemiyen dünya mirasına bir çivi bile bırakamayacak birisiyim. Babamdan kalan takside direksiyon sallıyacağim sanırsam bunun için birokul okumaya gerek yok ama onu da okuyorum bakalım ne olacaksa.
Bana göre uzun fakat kısa sayılabilecek bi yazı bu gün dünyaya armağan ediyorum bunu bu belki bazı şeyleri değiştirebilir.

Sana Şiirler Yazdım

Sana şiirler yazdım
Sen okuyasın diye
Siluetin hayalime,rüyalarıma ortak oldu
Benliğinse benden çok uzakta

Sana şiirler yazdım
Sen okuyasın diye
Oku ki sana olan duygularımı
Bir boşlukta sanma diye

Sana şiirler yazdım
Bir kenara yazarsın diye
Yazdığın şiirlerimi okuyup
Beni hatırlarsın diye

Sana şiirler yazdım
Beni unutmayasın diye
Unutma ki Pericik
Her zaman düşümdesin yine

Sana şiirler yazdım
Yazdım sana şiirler
Bu şiirleri sana yazdım
Belki gelirsin diye..

3 Haziran 2009 Çarşamba

Nazım Hikmet & Franz Kafka

Nazım Hikmet & Franz Kafka ölmüş bugün
Bugün 3 Haziran
Odamda oturuyor ikisi de
Kitaplarıyla konuşuyorum
Odamda nefes alıyor ikisi de
Üç kafadar demleniyoruz
Nazım'a rakı, Kafka'ya şarap
Ne farkeder hep birlikte ağlıyoruz
"İhtiyarlık, yalnızlık, bir de ben bir de karasevda, dördümüz konuşmadan yan yana yürüyoruz" diyor Nazım
Dur nereye gidiyorsun!
"Neler vermezdik işitmeyelim diye birbirimizin ayak sesini" diyor tekrar
Bırak onları gel yanımıza diyorum Nazım'a
Kafka ağlamaklı bakıyor
“Tek isteğimi yapmadılar, kağıtlarımı yakmadılar.”diyerek hayıflanıyor
Sokağa bakıyor pencereden,birden silkinip
“Hani ne insan şu oradakiler! Düşünsenize, hiç uyudukları yok.”
“Neden?”
“Yorulmuyorlar da ondan.”
“Neden yorulmuyorlar?”
“Çünkü aptal hepsi.”
“Aptallar yorulmaz mı?” diyorum.
“Aptallar yorulur mu hiç!” diyor ve şarabını dikiyor kafasına Kafka
Nazım & Kafka ölmüşler bugün
Ve ziyarete gelmişler
Oturuyorlar, nefes alıyorlar ve demleniyoruz hep birlikte
Bugün 3 Haziran
Odamda oturuyor ikisi de

2 Haziran 2009 Salı

Ceren Necipoğlu - Kısa Bir Umut Yazısı

5 Mayıs 2009 tarihinde Anadolu Üniversitesi’nde verdiği (sanırım Türkiye’deki son konseri) konserde ilk kez dinlediğim sanatçı Ceren Necipoğlu müziği, kibar ses tonu ve güzelliği ile salondaki herkesi büyülemişti. Mükemmel konserinde sadece eserleri çalmakla kalmamış, her eserle ilgili bilgiler vermişti. Hatta eserlerden önce, arp enstrümanın hangi özelliklerini kullanarak, parçada nasıl etkiler verdiğini tek tek izah etmişti. Yani konser mini bir arp dersini de içeriyordu. Saz semailerinin arpa uyarlanmış parçalarını dinlerdik. Daha sonra beş adet Türkiye’de ilk kez seslendirilen parça dinledik. Hasan Uçarsu’nun “Mavi ay gri, sarı gece duvar” adlı parçayı sadece dinleseydik neler hissederdik bilmiyorum ancak Ceren Necipoğlu, parçadan önce yine bu eserin nasıl ortaya çıktığını, “deprem” olgusuyla nasıl iç içe olduğunu, eser içinde kullanılan değişik arp çalma tekniklerini yine bizlerle paylaştığı için zevkimiz, hüznümüz katlanarak arttı. Ve itiraf ediyorum ilk kez bir klasik müzik konserinde gözlerim doldu, hatta çaktırmadan ağladım. Amir Mahyar Tafreshipour’un “A Night in Shiraz, for chang (Şiraz’da Bir Gece, çeng için) adlı eserini dinlerken kendimden geçtim. Eser Amir Mahyar Tafreshipour beyninden ve Ceren Necipoğlu’nun ellerinden geçip benim, annemin ve bütün salonun kulaklarıma ulaşmış ve vücutlarımızla resmen kaynaşmıştı.

Ceren Necipoğlu’nun dünya çapında Arp müziğine yapmış olduğu katkılar, şu anda önümde duran, konser broşüründe yazıyor. O kadar çok ki yazmaya üşeniyorum. Koca bir sayfa dolusu başarılar…

Ve dün bir uçak düştü. Üç yüze yakın yolcusu olan uçak okyanusta kaybolmuş. Sonra uçakta 1 Türk yolcu olduğunu öğrendim gazeteden. Sonra o Türk’ün Ceren Necipoğlu olduğunu öğrendim. Daha 25 gün önce 2 metre karşımda, mükemmel müziği, kibar sesi ve güzelliğiyle orada arp çalan Ceren Necipoğlu. Bir akrabamı kaybetmiş kadar üzüldüm. İnternetteki haber-gazete sitelerinde haberin altına aptalca ve rezilce yorum yapan insanları okudum. Herkesten, hepsinden bir daha nefret ettim.

2 Haziran 2009 saat 21:34 hala hiçbir cesede ulaşılamadı. Yani hala bir mucize veya umut var. Dualar var. Bu kadar kişi var ona dua eden. Ceren Necipoğlu okyanusun ortasında hala yaşam savaşı veriyor olabilir şu an.