24 Ağustos 2008 Pazar

Mezardan Son Sözler

Ölümün bu kadar yakın olacağını bilmezdim. Ta ki ölene dek. Evet, ben öldüm. Ve size bunun ne kadar gerçek olduğunu izah etmeye karar verdim. Size buradan, yani yerin yaklaşık üç metre altından yazıyorum bu yazıyı.
Benim ölümüm kolay oldu. Diğerleri gibi çok acı çekmedim. Yirmi dokuz yaşıma girdikten on dört gün sonra kahvemi almış kitabımı okurken, birden sol kolum uyuştu. Sora göğsüme bir ağrı girdi ve kalp krizi sonucu olay yerinde öldüm. Çok acı çekmedim dediğim gibi. Ailemi bir süre önce kaybettiğim ve akrabalarımla hiçbir şekilde görüşmediğim için çok ağlayanım olmadı arkamdan. Arkadaşlarım ise… Benim hiç arkadaşım yok ki!
Bedenimi, kapıda birikmiş gazetelerden bana bir şeyler olduğunu düşünen kapıcı buldu ve cenazemi kaldırdı. Cenazemde sadece kapıcı vardı. İyi adamdı. En çok gördüğüm kişiydi. Hatta görüştüğüm tek canlı varlıktı. Bir imam ve kapıcı. Merhumu nasıl bilirdiniz? İyi bilirdik. Ne iyiliğimi görmüştü ne de kötülüğümü. Bu ıssız cenaze törenini izlemek kalbimi daha çok acıtmıştı, kalp krizimden. Issız ve sessiz bir tören. Tören bile değil. Bu kısmı önemli değil sizin için biliyorum. O yüzden hızlı geçmeyi düşünüyorum.
Issız ve sessiz törenimin ardından cesedimi toprağa gömdüler. Yine üstüme toprak atan tek tanıdığım kişi kapıcıydı. Vefakâr adammış, sağ olsun. Kısa geçecektim sözde hala uzatıyorum.
Ve işte toprağın yaklaşık üç metre altındayım. Yirmi dokuz yıllık hayatımda olmadığım kadar kalabalığım burada. Sağımda ve solumda binlerce kemik. Bu kemiklerin eskiden birer kimlik olduğunu bilmek bile insanı kalabalık hissettiriyor. Sadece kemik değil elbet. Bir sürü canlılık da var burada. Solucanlar, karıncalar, fareler. Bunlardan pek hoşlandığımı söylemem. Çünkü adını bilmediğim bir sürü haşere her yerimi ısırıp, koparıyor. Yahu, biri öldü diye bu kadar da işkence edilmez ki! Burun deliğimden giren birkaç solucan şu an beynimde, hissedebiliyorum. Bu yüzden düşüncelerim dağınık ve parazitli olabilir. Şimdiden affola.
Asıl anlatacağım şeyi unuttum. Gevezelik tuttu beni de son yedi yıldır sadece kapıcıyla, o da günde üç dakikadan az, konuşuyorum. Birilerine hitap ediyor olmak, heyecanımı gevezeliğe dönüştürdü. Tekrar affola.
Ölüm diyordum. Bu kadar yakın olacağını bilmezdim. Nerden bileyim. İnsan dediğin en az altmış yıl yaşar, ya da yaşamalı. Bir kere geliyoruz ya, biraz müsamaha olmalı sanki. Bizde genetik sanırım erken yol almak. Babam otuz sekizinde, annem kırk birinde yok oldu. Tek evlatları olarak keşke bu genlerini bana aktarmasalardı. Neyse, olmuşla ölmüşe çare yok lafı tam burası için demişler sanırım. Uzun yıllardır ilk kez gülümsüyorum şu an. Gerçi ağzımın içindeki böcekler kıpırdarken, gülümsemek çok da hoş değilmiş.
Hani çok iyi bir hayatım yoktu ama en azından otuzumu görseydim. Ölüm işte, çat diye girdi kalbimden. Hiç aklıma gelir miydi öleceğim? Hayır, hiç gelmezdi, gelmedi. Aklıma gelmedi ama başıma geldi işte. Birdenbire.
Ölmeden önce, daha doğrusu birkaç on yıl içindeki hayallerim kül oldu. Ne de olsa daha vaktim vardı. Ne de olsa her gün bir önceki günle aynı. Yine, yeni bir yirmi dört saat. Yine uyanmak, kahvaltı, bilgisayarda pineklemek, kitap, film, yemek, pineklemek, kitap, film, yemek… Nasılsa gelecek yeni aylar, yıllar. Yarın, öbür gün, seneye… Hepsi boş inançlar. Her gün aynı değilmiş işte. Hatta artık her gün kavramı yok benim için. Gün bile yok. Artık tek gerçek var, çürüyorum.
Basit bir denklem = Var olmak hayatı, hayat ölümü, ölüm çürümeyi, çürümek yok olmayı getirdi. Ve bitti.

Hiç yorum yok: